Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Güney Kıbrıs’ta kaldığım kısa süre içinde hayatımın akışını değiştiren bir olay da Panikos Hıristantos ile tanışmamız oldu. Panikos, Lefkoşa’da yaptığım konuşmayı izleyen dinleyiciler arasındaydı. Konferans bittikten sonra yanıma gelen ve benimle tanışmak istediğini söyleyen sinema meraklısı bu adam ile kısa zamanda dost olduk. Panikos beni evine davet ederek ilk çektiği filmi gösterdi. “Kıbrıs’ta Detay” adlı bu film, yarı belgesel, yarı kurgusaldı. Film Aysozomonos köyünde çekilmişti. Kıbrıslı Türklerin acılı “hafıza mekanlarından” biri olan Aysozomonos köyünde 1964 yılının Şubat ayında altı Kıbrıslı Türk katledilmişti. Ailemle birlikte benim doğduğum köyü terk etmemin nedeni de bu köyde yaşanan olaylardı. Bu yüzden Aysozomonos hayatımda önemli bir yer tutuyordu. Panikos filminde 1974 savaşında Kıbrıs’ın kuzeyinden göç etmek zorunda kalan insanların hikayelerini ve “geri dönüş hayallerini” konu ediyordu. Filimden çok etkilendim. Kızı Elektra’yı yanımıza alarak adayı dolaşmaya çıktığımızda, “sinema delisi” bu adamın bütün hikayesini dinledim. Panikos, Değirmenlik köyünde doğup büyümüştü. Ailesi, özellikle de annesi, son derece dindar bir Ortodoks’tu ve Yunanistan’a romantik duygularla bağlıydı. Panikos da Atina’ya yüksek öğrenime gidinceye kadar dindar sayılabilecek bir milliyetçi idi. Atina’da yüksek öğrenimini sürdürürken sinemayı keşfederek her gün bir kaç film izliyordu. Yedinci harikanın yol açtığı iç-tartışmaların yanı sıra, Mikis Theodorakis’in müziği ile tanışması hayatına bambaşka bir yön vermişti. Yunan Cuntasının “Aile, Ulus, Din” üçlemesine dayalı bağnaz dünyasını yakından tanıyınca, bildiği bütün değerleri sorgulamaya başladı. Kendisini solcu bir muhalif olarak yeniden yaratan Panikos, 1974 Savaşı esnasında sarsıcı deneyimler yaşadı. Türk tanklarının ilerlemesini battaniye kullanarak durdurmak gibi absürd bir görevle cepheye gönderilen Panikos, kendi içinde bir muhasebe yaparak bunun saçma bir fikir olduğuna, aslında ölüme gönderildiğine ikna oldu ve cepheyi terk etti. Savaş bittikten sonra çok sevdiği köyünden ayrı düşerek göçmen olan genç adam ağır bir melankoliye kapıldı. Köklerinden sökülüp adanın güneyine savrulmasını derin bir hüzün içinde yaşıyordu. Doğup büyüdüğü köyü yıllar geçmiş olmasına karşın unutamıyordu. Rüyalarında sık sık köyünü görüyordu.
Güney Kıbrıs’ta tanıdığım pek çok insan Panikos gibiydi. Meyhanelerde bir araya gelerek sohbet kuran kuzey göçmeni Kıbrıslı Rumlar köylerine karşı büyük bir özlem besliyorlardı. Sözü dolaştırıp terk ettikleri köylerine getirir, durmadan çocukluk ve gençlik anılarını anlatırlardı. En küçük ayrıntısına kadar hatırladıkları anılarını bıkmadan usanmadan yeniden hikaye ederlerdi. İlk başlarda bu durumu yadırgadığımı anımsıyorum. Bu insanların “geçmişte kaldıklarını” düşünüyor, söylediklerini ilginç bulmuyordum. Günün sonunda, ben de göçmen biriydim ve benim de “kovulduğum” bir köyüm vardı ama orası aklıma pek az geliyordu. Oysa Kıbrıslı Rumlar sürekli olarak kovuldukları yerlerden bahsediyorlardı.
Bu duygu dünyasını anlamakta epeyce zorlandım. Sonunda biraz anlar gibi oldum. Panikosların yaşadığı duygular Kıbrıs’ın kuzeyinde bıraktıkları maddi değerlerlerle ilgili olmadığı gibi, yaşam yorgunu insanlarda görülen cinsten bir nostalji de değildi. Göçmenlerin çoğu şimdi çok daha varlıklı kimselerdi. Fakat çılgın bir Yunanlı diktatör ile birkaç EOKA B üyesinin maceraperest ülkülerinin sonucunda birdenbire uğradıkları haksız kayıplarla baş edemiyorlardı. Hazırlıksız yakalandıkları savaş bir bıçak gibi hayatlarını ikiye bölmüştü. Çocukluk yılları ve ilk gençlikleri bir yana, şimdiki hayatları bambaşka bir yana savrulmuştu. Baş edemedikleri tam da buydu. Birdenbire gelen ve yaşamlarını ikiye bölen savaşın yol açtığı parçalanmışlık duygusuydu. Hüzünlü yüzlerinde derin bir parçalanmışlığın izleri vardı. Sık sık yaptıkları “anı yolculuğunda” dağılan parçalarını toplamaya çalışıyorlardı. Anılarına bağlanınca koparılan kökleriyle bütünleşiyor, kendilerini “bütün” hissediyorlardı. Tıkanmış, engellenmiş ve acizlik içine sürüklenmiş insanlarda rastladığımız ressentiment duygusu içinde yaşıyorlardı. Öfkelerini dışarıya yansıtamıyor, intikam almayı hayal bile edemiyorlardı. Çaresizlik ve acizlik duygusu benliklerini bütünüyle kuşatmıştı. Bir Kıbrıslı Türk’ün anlamakta güçlük çektiği bir durumdu bu. Kıbrıslı Rumların Kıbrıs’ın güneyinde toplanmaları ile Kıbrıslı Türklerin adanın kuzeyinde toplanmalarına yol açan savaş, iki toplum için benzer bir içerik veya aynı anlamı taşımıyordu. Kıbrıslı Türkler 1974-75’te Kıbrıs’ın kuzeyine akın ettiklerinde bunu büyük bir coşku ve heyecan içinde yaptılar. Dönüp arkalarına bakanların sayısı bir elin parmakları kadar azdı. Oysa Kıbrıslı Rumların gözü arkada kalmıştı. Savaşın sonuçlarının bu kadar farklı yaşanması elbette tesadüf değildi. Temmuz 1974’e kadar olup bitenler Kıbrıslı Türklerin 1974-öncesine nostalji ile bağlanmalarını engelliyordu. Açıkçası, Kıbrıslı Türklerin 1974 öncesinde arayacakları bir “asr-ı saadet” yoktu. Olası tatlı anılara karşı da Rejim “nostalji yasağı” uyguluyordu. Kıbrıslı Rumlar için ise durum bambaşkaydı. 1974 Savaşı Kıbrıslı Rumları “asr-ı saadetlerinden” koparmıştı. İnsanların büyük çoğunluğu tam da bu yüzden mutsuzdu. Depresif ve melankoliktiler. 1974’ten sonra gülümsemeyi unutmuşlardı. Zaman zaman kahkaha attıkları oluyordu ama kahkahaları acıyla yarılmış bir yüzden fırlayan bir haykırışı andırıyordu. Tanıdığım Kıbrıslı Rumlar arasında kibarca gülümseyen insanlar çoktu fakat dingin ve huzurlu bir gülümsemeye veya acının kendini belli etmediği bir gülümseyişe rastlamadım diyebilirim. Herkes yaralı, kırgın ve kırılgandı.
Panikos’un yaşadığı acı deneyimler ve kayıp duygusu onu da melankolik biri yapmıştı. Hikayesini anlatırken gözleri dolmuyordu belki ama gözlerinin içi kapkaranlıktı. Milliyetçilik, millet ve din gibi kavramlara şüpheyle bakan Panikos, biraz da yaralarını sarmak için olsa gerek, çok iyi bildiği Eski Yunan’ın bilgeliğine ve sinemaya sığındı. İbrisin (ifrata kaçmanın) trajediye yol açtığını düşünüyor, Kıbrıs Rum toplumunu ifrata kaçmakla eleştiriyordu. Hatta bir adım daha ileriye giderek 1974 trajedisini ifrata kaçan Kıbrıslı Rumların “kara yazgısı” (mira) olarak görüyordu. Kıbrıs Rum toplumunun Kıbrıslı Türkleri “adam yerine koymadığına” inanıyor, bunun bedelinin de “1974 Felaketi” olduğunu düşünüyordu. Yaşadığı iç hesaplaşmalar sonucunda öğretmenlik mesleğine son vererek her şeyiyle sinemaya sarıldı. Sinema üstünden tanıdığı insanlık halleri onu adeta hayata bağlıyordu. Kuşkusuz, böyle bir yoğunlaşma bir tür kaçıştı da. Onun dünyasında sinema ile hayat adeta yer değiştirmişti.
Uzun ve yoğun sohbetlerimizin birinde “birlikte bir film yapalım mı” diye sorduğunda hiç düşünmeden “evet” dedim. Birlikte bir film yapacak ve milliyetçi ideoloji ile örülmüş tek taraflı mağduriyet algısına dayanan hegemonik söylemleri sorgulayacaktık. İkimiz de buna fazlasıyla hazırdık. “Duvarımız” belgeselini çekme fikri böyle oluştu. Ben adadan ayrılırken yeniden buluşmak üzere randevulaştık. Panikos’un bir ayağı sevgili karısı Traude yüzünden Berlin’de idi. Bu, işimizi oldukça kolaylaştıran bir durumdu. Senaryo hazırlıklarına Berlin’de başlayabilirdik. Gerçekten de, kısa bir süre sonra Berlin’de buluştuk. Türk “Gastarbeiterler’in” yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg bölgesindeki asansörsüz binanın dördüncü katında konuşmaya ve “Duvarımız” belgesinin senaryosunu hazırlamaya başladık. Ben o sıralar Bremen ve Londra’da yaşadığımdan senaryo çalışmaları bu kentlere de yayıldı. Sonu gelmeyen tartışmalar, hafıza-değiş tokuşu ve hem birey olarak birbirimizi hem de ait olduğumuz toplumları anlamaya çalışarak filmin Gestalt’ını oluşturmaya çalışıyorduk. Panikos, göçmen olarak yaşadığı Kıbrıs’ın güney batısında bulunan Pelathousa köyünde de çalışmamızın yararlı olacağını düşünüyordu. Mekanı ve insan manzaralarını yerinde görmenin isabetli olacağını düşünerek Kıbrıs’a uçtum. Adaya vardığımda yeni açılan Baf hava alanında Panikos beni bekliyordu. Polisin meraklı sorularını yanıtladıktan sonra ıssız bir köy olan Pelathousa’ya gitmek üzere yola koyulduk. Eski bir Türk köyü olan Pelathousa’da hayvancılıkla uğraşan birkaç aile ile Panikos’tan başka kimse yaşamıyordu. Yüksekçe tepelerin eteklerine kurulan bu güzel köyden Kıbrıslı Türkler 1975 yılında ayrılmışlardı. Terk edilmiş köyün hasara uğrayan evlerinin pencereleri terk edilmiş sevgililerin gözleri kadar mutsuzdu. Köy acı tarihini doğanın bahşettiği güzelliklerle telafi eder gibiydi.
Ertesi gün sabah erkenden uyandım ve karşımda duran derin maviliği seyretmeye koyuldum. Orta-Avrupa’dan gelen birisine Pelathousa köyünün doğal güzelliği ve bölgenin muhteşem iklimi müthiş iyi geliyordu. Güneş biraz yükselince sabahın kül rengi ile kaplı manzarası yerini mavi ve yeşile bırakıyordu. Önümde sonsuzluğa kadar uzanan denizi seyrediyor, Poli kasabası üzerinden Akama burnuna kadar yayılan ve insanı içine alan manzaranın keyfini çıkarıyordum. Sabah keyfi yaparken ansızın iki kişinin Panikos’un evine doğru yürüdüğünü gördüm. Tarlaları yara yara ilerleyen ve yamacı tırmanarak bize de doğru gelen kişilere “Kalimera” diyerek seslendim ve havanın güzelliğinden söz ettim. Şivemden Kıbrıslı Türk olduğumu anlamamış olacaklar ki, köye bir “Türk’ün geldiğini” ve “onu aradıklarını” söylediler. Bir şey söylemeden onları sabah kahvesine davet ettim. Kahveler pişmeden Panikos uyandı ve evdeki adamlara merhaba demeden yüksek sesle bağırmaya başladı. Panikos, gelenlerin beni takip eden istihbaratçılar olduğunu tahmin etmişti. Benim jetonum biraz geç düşmüştü. Sonunda, “aradığınız Türk benim beyler” dedim. Bunun üzerine mahcup olan istihbaratçılar ağız değiştirerek, “bir şeye ihtiyacımın olup olmadığını öğrenmek için geldiklerini” söylediler. Böylece, bundan sonra hayatımda çok sık tekrarlanacak olan senaryonun ilk versiyonunu yaşamış oldum. Kıbrıslı Rumlar için Kıbrıs’ın güneyine giden bir Türk “şaibeli” biriydi ve mutlaka istihbarat tarafından yakın takibe alınmalıydı. Bu durum bundan böyle adaya her gidişimde tekrarlanacak ve istihbaratçılar gittiğim yerleri sorgulamak üzerine peşimden koşacaklardı…