Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (38)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (38)

Niyazi Kızılyürek

Niyazi@ucy.ac.cy


Dünyada yaşanan tarihsel değişimler Kıbrıs Sorununun çözümü konusunda iyimser bir ortam yaratırken, Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliğinin kapıldığı etnik milliyetçik ve “büyük devlet” kompleksi işleri iyiden iyiye yokuşa sürüyor, Kıbrıs Sorununu çözümsüzlüğe mahkum ediyordu. Bu arada, 1988 yılında Kıbrıs Rum toplumunun başına geçen liberal işadamı Yorgos Vasiliou soruna çözüm bulmak için uluslararası toplumu harekete geçirmeyi başarmış, BM nezdinde sürdürülen çözüm girişimleri birdenbire yoğunlaştırılmıştı. Müzakerelerin başlangıç aşamasında erken zamanda çözüm bulmak için iki taraf da elinden geleni yapacağını taahhüt ediyordu. Türk tarafı “erken zamanda çözüm bulmak için çalışıyoruz” derken, Vasiliou karakteristik açıklamasını yapıyordu: “ben, çözüm dün olsun diyenlerdenim!”
Aslında yeni müzakere süreci, her zaman olduğu gibi, bir tür “imaj savaşıydı.” Yorgos Vasiliou, on yıllık Spiros Kiprianou döneminden sonra görevi devralmıştı. Diplomatların dilinde Kiprianou dönemi “on kayıp yıl” olarak adlandırılıyordu. Türk tarafı, Spiros Kiprianou’nun kararsız ve iradesiz tutumunun arkasına saklanarak zamanın mekanı bölmesini seyrediyordu. Vasilou, öncelikle bu tabloyu değiştirmek istiyordu. Nitekim diplomatik bir taarruza kalkarak kısa sürede dünya kamuoyunu Kıbrıs Rum tarafının çözüm istediğine ikna etti. Türk tarafı yavaş yavaş savunmacı ve tepkisel bir tavır içine sürükleniyor, o tarihe kadar sergilediği “mış gibi” imajının arkasına sakladığı gerçek niyetini belli ediyordu. Denktaş, hiç inanmadığı halde sık sık dile getirdiği “iki bölgeli, iki toplumlu federasyon” tezinden açıkça uzaklaşıyor ve BM’nin Kıbrıs kararlarını ciddiye almadığını ima ediyordu. Daha ilk görüşmede Vasiliou’ya çözümün iki devlete dayalı konfederasyon olması gerektiğini söylemişti. Vasiliou, bunun Denktaş’ın Makarios ve Kiprianou ile imzaladığı mutabakatlara aykırı olduğunu hatırlatınca, Denktaş’ın yanıtı şöyle olmuştu: “Siz Rumlar on yıl geriden geliyorsunuz. Ben bu anlaşmaları imzaladığımda devletimiz yoktu. Şimdi devletimiz var!” Denktaş’ın tavır BM kararları ile çelişiyordu. Yine de dünya kamuoyu ile dalga geçercesine zaman zaman “federal devlet” istediğini söyleyebiliyordu. Danışmanı Mümtaz Soysal ise tam bir siniklik örneğiydi. Son derece katı bir tutum içinde olan anayasa profesörü, “Evrimsel Federasyon” istediklerini ileri sürüp, konfederasyon taleplerini maskelemeye çalışıyordu.
1989 yılında BM Genel Sekreteri ile New York’ta görüşen iki lider, dönüş yolunda Londra’da ayrı ayrı basın konferansları düzenlediler. Denktaş’ın basın konferansına Toplum Postası gazetesi adına ben de katıldım. Denktaş’ın karşısına geçip ona muhalif bir yerden  soru sormak gerçekten zor bir işti. Karizmatik lider Kıbrıslı Türkler üzerinde öylesine bir “deos” duygusu (hayranlık ve korku bir arada) yaratmıştı ki, belli ki bu duygu benim şuur altımda da yer etmişti. Elim ayağıma dolaşarak bin bir zahmetle sorumu formüle edebildim: “Teziniz Nedir? Federasyon mu Konfederasyon mu? Buna açıklık getirebilir misiniz?” Denktaş, büyük bir rahatlık içinde “elbette federasyondur ama…” diyerek sıralamaya başladı. Denktaş’ın “ama” sözcüğü ile bölünen cümleleri adanın bölünmesine dönük büyük tutkusunu özetleniyordu. Her “ama”dan sonra kendince “tarih” anlatıyor ve Kıbrıslı Türklerin uğradıkları haksızlıkları sıralıyor, iki toplum arasında var olan “güvensizlikten” dem vuruyordu. Oysa iki toplum arasında güvenin tesis edilmesine en çok kendisi karşı çıkıyordu. Bu uğurda ortaya çaba koyanlar onun lügatinde “Rumcu Vatan Hainleri” idi. Ortada bir iki yüzlülüğün olduğu kesindi. Denktaş’ın ayrılıkçı milliyetçiliği husumete dayanıyor, husumet üstünden gerekçelendiriliyordu. Nitekim kendisi de bir “husumet işçisiydi.” Yakın tarihte iki toplum arasında husumet olsun diye elinden geleni yapmış, çeşitli provokasyonlar örgütlemişti. Kısacası, politikasının özünü husumet oluşturuyordu. İki toplumun birbirine karşı düşmanlık beslemesi en çok onu sevindiriyordu. Yanına danışman olarak aldığı Uluslararası Af Örgütü başkanlığı yapmış bir dönemin “solcularından” Mümtaz Soysal ise dağılma sürecindeki Yugoslavya’nın “solcu” liderlerini andırıyordu. Milosoviç, Tudjman vb gibilerin iktidarlarını sürdürmek için etnik milliyetçiliğe sarıldıkları gibi, Soysal da “güçlü Türk devleti” ve “büyük Türk ulusu” hayalleri görüyor, Kıbrıs’ı da bu hayallerine endeksliyordu. Federal bir devlet kurulmasına şiddetle karşı çıkıyor, barışsever Kıbrıslı Türkleri aşağılayan açıklamalar yapıyordu. Londra’nın ünlü düşünce kuruluşlarından Royal Institut for International Affairs’ta bir konferans vermek üzere Londra’ya geldiğinde, Denktaş’a sorduğum sorunun bir benzerini ayak üstü Soysal’a da sorduğumda aldığım yanıt çarpıcıydı: “Dünyaya Federasyon diyeceğiz ama masada Konfederasyon savunacağız.” Bu cümleyi Toplum Postası ve Yenidüzen gazetelerinde manşetten yayınlamıştım. Evet, Kıbrıs Türk liderliği açıkça “takiye” yapıyordu. Dünyaya federal bir devlet istediğini söylüyor ama iki-devletli formüller peşinde koşuyordu. Ne var ki, Vasiliou’nun aktif çözüm politikası Türk tarafının takiye yapma alanını iyice daraltmıştı. Yavaş yavaş takke düşüyor, kel görünüyordu. 1988 yılından 1990’nın başına kadar yapılan sayısız görüşmeden sonuç çıkmayınca, BM, Kıbrıs için bir çözüm planı hazırlamaya karar verdi ve dönemin Genel Sekreteri Butros Gali “Gali Fikirler Dizisi”ni müzakere masasına koydu. Türk tarafı açıkça uzlaşmaz bir tutum sergiliyor ve federal çözüm çerçevesinin dışına taşan öneriler yapıyordu. Örneğin, “iki ayrı ve egemen halktan”, “ayrı self determinasyon ve egemenlik haklarından” söz ediyordu. BM, bu kavramların Kıbrıs Türk toplumunun statüsüyle örtüşmediğini, adada siyaseten eşit iki toplumun bulunduğunu ama iki ayrı halkın olmadığını vurguluyordu. Bu dönemde Türk tarafının çözüm istemeyen taraf olduğu açıkça belli olmuştu.  Nitekim 25 Kasım 1992 tarihli ve 789 sayılı Güvenlik Konseyi kararı çözümsüzlükten Türk tarafını sorumlu tutuyordu. AKEL’in ve DİSİ’nin desteğini arkasına alan Yorgos Vasiliou ise önerileri zemin olarak kabul ediyor ve uluslararası toplum nezdinde Kıbrıs Rum tarafının prestijini güçlendiriyordu. Ne var ki, Türk tarafını içine düştüğü zor pozisyondan Glafkos Kliridis kurtaracaktı. Kıbrıs Rum toplumunda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça, Kliridis çizgi değiştiriyor, katı tutumuyla bilinen DİKO’nun desteğini alabilmek için DİKO’nun ileri sürdüğü şartları kabul ederek, Gali Fikirler Dizisine karşı çıkıyordu. Kliridis bu manevrasıyla seçimi kazanmıştı ama Kıbrıs Sorununun çözümü yönünde oluşan havayı da bertaraf etmişti. Yıllar sonra kendisine bunu neden yaptığını sorduğumda gözlerinden yaşlar dökülmüştü. Belli ki, açıklayıcı bir cevabı yoktu.
Vasiliou’nun seçimi kaybetmesine çok üzülmüştüm. Kıbrıs Sorununun çözümüne ilk defa bu kadar yaklaşmışken bir kaç yüz oy farkıyla Vasiliou’nun iktidardan uzaklaştırılması sık sık rüyalarıma giriyordu. Bir gece rüyamda Yorgos Vasiliou ile danışmanı Yorgos Lillikas’ın cüce oluklarını görmüştüm. Üzüntüm gerçekten büyüktü. Kıbrıs Sorunu iç politika manevralarının kurbanı olmuştu. Kuşkusuz, bu ne ilkti ne de son. Siyasi elitler iktidar hırslarını çözüm tutkusunun üstünde tutuyorlardı. Kıbrıs böyle bir yerdi…
Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Glafkos Kliridis Gali Fikirler Dizisini tarihe gömdü ve bütün ağırlığını adanın Avrupa Birliği’ne üye olmasına verdi. Kıbrıslı Rumlar açısından tek çıkış yolu olarak AB üyeliği görülüyordu. Türk tarafının devam eden olumsuz tavrını büyük bir ustalıkla değerlendiren Kliridis, Kıbrıs Rum tarafını yeniden bir adım öne geçirmeyi başardı. 9 Eylül 1994 tarihinde Genel Sekretere gönderdiği bir mektupla Türk tarafının “tek egemenlik” ve “tek yurttaşlığı” kabul etmesi durumunda görüşmelere hazır olduğunu söylüyor ve siyasi eşitlik ilkesini benimsediğini vurguluyordu. Esnek bir lider portresi çizen Kliridis’in bu dönemde gerçekten ivedi olarak çözüm aradığı söylenemez. Kliridis bir yandan imaj savaşını kazanırken, diğer yandan da Kıbrıs’ın AB yolunda ilerlemesini sağlıyordu. Bu süreçte Kliridis’in en iyi “müttefiki” uzlaşmaz tutumunu ısrar ve inatla sürdüren Rauf Denktaş oldu. Genel olarak Türk tarafının tavrı, özel olarak da Rauf Denktaş’ın tutumu Kliridis’in AB yolunda adım adım ilerlemesine yardımcı oluyordu. Kıbrıs Rum tarafı AB’ye doğru yelken açarken, Türk tarafı tavrını daha da sertleştiriyordu.  Rauf Denktaş açıkça federasyon tezine karşı çıkıyor ve ilk defa net olarak iki devletli konfederasyondan söz ediyordu. 1994 yılında hazırladığı “Kıbrıs Meselesinde Vizyon” adlı çalışmasında TC hükümetlerini “vizyon sahibi olmamakla” eleştiriyor ve Türkiye’yi “cesur” davranarak resmen konfederasyon savunmaya çağırıyordu. Önceleri resmi olarak konfederasyon savunmakta tereddüt eden Türkiye, 1997 yılında AB’ye aday ülke statüsünün reddedilmesinden ve Türk-AB ilişkilerinin krize girmesinden sonra Kıbrıs konusunda tavrını daha da sertleştirdi ve Rauf Denktaş’ın çizgisine geldi. Bu gelişmeyi büyük bir mutlulukla karşılayan Denktaş, çıtayı en yükseklere koydu. 3 Haziran 1998 tarihinde gönderdiği bir talimatla yeni politikayı ve kullanılması gereken yeni terminolojiyi şöyle sıralıyordu:

Eski Kavramlar                                                                        Yeni Kavramlar

Intercommunal Talks                                                              State to State Talks
Federation-Federal State                                                        Partnership Settlment
Two Communities                                                                     Two Sovereign Peoples

Kuşkusuz, Türk tarafının sertleşen tutumu en çok Kıbrıs Rum tarafını mutlu ediyordu. Çünkü Türk tarafı ne kadar uzlaşmaz görünüyorsa, Kıbrıs’ın çözüm olmadan AB üyesi olması o kadar yakına geliyordu…

Dergiler Haberleri