Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Yannakis Matsis yanımızdan ayrıldıktan sonra Takis ile sohbete daldık. Halinden memnun görünüyordu. İyi bir program yaptığımızı düşünüyordu. Fakat sohbet esnasında söylediği bir cümle beni çok şaşırttı. Takis şaka ile karışık, “seni buraya kafamızdaki Türk imajını bozmak için gönderdiler” diyerek gülümsüyordu. Duyduklarım karşısında şok olmuştum. (Bu cümleyi ilerleyen zamanlarda çok sık işiteceğimi o anda bilmiyordum.) Rengimin attığını fark etmiş olacak ki uzun uzun açıklamalarda bulunma ihtiyacı hissetti. Kıbrıslı Rumların kafasında Kıbrıslı Türkler “cahil”, “eğitimsiz”, “kültürsüz” insanlarmış. Ben böyle biri olmadığım için insanların kafasında soru işaretleri uyandırıyormuşum. Çünkü Kıbrıslı Rumlar kendilerinden daha aşağı ve cahil olarak gördükleri Kıbrıslı Türklerle baş etmenin yollarını biliyorlarmış ama kafalarındaki ezberi bozan biriyle karşılaşınca ne yapacaklarını pek bilemiyorlarmış… Yani, şüphe uyandırmam normalmiş vs. Takis’in söyledikleri Güney Kıbrıs’ta hayatımın hiç de kolay olmayacağının habercisiydi. Gerçekten de Kıbrıslı Rumların kafasında “sabit” bir Kıbrıslı Türk imajı vardı. Daha doğrusu, çok uzun yıllar Kıbrıslı Türklerin görünmezlikten gelinmesine yol açan ‘negatif halüsinasyondan’ uyandıktan sonra, iki türlü “Türk” keşfetmişlerdi. Bunlar, Rauf Denktaş ve Derviş Ali Kavazoğlu ile İhsan Ali gibi isimlerde simgeleniyordu. Denktaş, Kıbrıs Rum toplumunda hem nefret hem de hayranlık duygusu uyandıran bir şahsiyetti. İhsan Ali ile Derviş Ali Kavzaoğlu ise “Makbul Türkleri” temsil ediyorlardı. Rauf Denktaş ayrılıkçı milliyetçiliğin bayraktarlığını yapıyordu ve Rum karşıtlığını ‘Yaşam Projesi’ haline getirmişti. Aslında Kıbrıslı Rumlara düşman bile sayılmazdı, çünkü onlarla her türlü istişareye, alış-verişe kapalıydı. O sadece Rumların olmadığı bir dünya tahayyül ediyordu. Bu yüzden de Rumlara muhalefet ettiği bile söylenemezdi. ‘Ülke bölünsün, Rumlar olmasın’; bütün şiarı buydu. Kıbrıslı Rumları reddiyesi, tuhaf biçimde ona hayranlık duymaya yol açıyordu. Akıllı ve katı biri olarak görülüyordu ve Kıbrıslı Rumlar ‘Büyük 74 Felaketinden’ sonra ondan nefret ediyor ama ona şapka çıkarıyorlardı. İhsan Ali, ülkenin bütünlüğüne inanan biriydi fakat milliyetçi Kıbrıs Türk liderliği ile kavga ettikten sonra Helen milliyetçiliğinin simgesi olan Başpiskopos Makarios’un danışmanlığını yapacak kadar “Makbul Türk” olmayı benimsemiş biriydi. Derviş Ali Kavazoğlu’na gelince. Derviş, kelimenin tam manasıyla trajik bir figürdü. İşçilikten gelen inançlı bir komünistti. Kardeşliğe ve adalete dayanan güzel bir Kıbrıs hayali vardı. Fakat AKEL’e körü körüne bağlı bir hayat yaşamıştı. AKEL’in milliyetçi-popülist politikalarına başkaldıramamış, olası itirazlarını hep içine atmıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra bile Enosis fikriyle flört eden partisine tek kelime söyleyememiş, hatta 1964 yılında AKEL yeniden Enosis kararı alırken elini kaldırıp lehte oy kullanmıştı. Bu yüzden son derece mutsuzdu. Ona sempati duyuyordum ama yerinde olmayı asla istemezdim. Derviş’e sempati duymamın bir nedeni de, Kıbrıs Rum toplumunda kendi adıyla anılmamış olmasıydı. Kıbrıslı Rum yoldaşları ona ya “Alekos” ya da “O Allos”, yani “Öteki” diye hitap ediyorlardı. Onlar bunu, yani Derviş’in kimliğini saklamayı, kendi güvenliği için yaptıklarını düşünüyorlardı ama süreç içinde Derviş gerçekten “Öteki” olup çıkmıştı ve en vahimi de, bunu fark edenin olmamasıydı. Ömrünü barış ve kardeşliğe adayan Derviş Ali Kavazoğlu’nun partisi kendi etnik toplumuyla barışık olmayı Kıbrıslı Türklerle barış yapmaktan daha fazla önemsiyordu. Trajik olan buydu. 1965 yılında Türk Mukavemet Teşkilatı Derviş’i kendi arkadaşlarına öldürttüğünde çok sevdiği Kıbrıslı Türklerden pek azı arkasından ağlamıştı.
Güney Kıbrıs’a gidip gelirken genel olarak iki türlü Türk imajının var olduğunun az çok farkındaydım. Oraya yerleştikten sonra bunu daha iyi anlayacaktım. Kıbrıs Rum toplumunda “Makbul Türk” imajı ile ‘Düşman Türk’ imajının son derece yaygın olduğunu görünce, bu imajlara uymamak için elimden geleni yapmaya karar verdim. Fakat bu hiç kolay değildi. Her şeyden önce, milliyetçilikler arasında tercih yapmayı asla kabul etmiyordum ve kendimi ‘ulus ötesi özne’ olarak görüyor, “ulus ötesi” bir ülke hayal ediyordum. Eğer milliyetçi olacaksam, hayatımı kolaylaştıracak bir şey olan Türk milliyetçiliğine sarılırdım. Türk milliyetçiliğini reddeden birinin Helen milliyetçiliğine karşı tolerans göstermesi aklıma pek yatmıyordu. Sık sık Einstein’ın söylediği bir cümleyi düşünüyordum: “Ben Paris’teyken Berlin’i kınamam.” Ben de Kıbrıslı Rumlarla birlikte yaşarken Türk tarafını eleştirmeyi meslek edinemezdim. Fakat seçtiğim yolun tahmin ettiğimden daha zor bir yol olduğunu zamanla öğrenecektim. Stereo tiplerin dışına çıkarak Kıbrıs Rum toplumu ile sahici bir diyalog kurmak gerçekten zordu. Fakat ben bunda ısrar ediyordum. Birbirimizi kınamadan anlamaya çalışmalıydık. Öznelliklerimizi kabul etmeliydik. İyi Yunanca öğrenmem, devlete veya AKEL’e sığınarak yaşamaya kalkışmam soru işaretlerini çoğaltıyordu. Böyle biri ancak iyi eğitim görmüş bir “casus” olabilirdi. Adımın “Ankara ajanına” çıkmasının esas nedenlerinden biri de buydu. Bu algı özel hayatıma da yansıyordu. Örneğin, aşık olduğum kadınla bir yaz gecesi gökyüzünü pullayan yıldızların altında uzanıp yatmışken, gece ipekten bir çarşaf gibi üzerimizi örtmüşken ve yıldızları seyrederek sevişirken, hiç bir “ulusun” bize ulaşamayacağı kadar “doğal” ve bir o karda da mutluyken, birdenbire kadının az önce öptüğüm kalın seksi dudaklarından “sen bir ajansın” sözcüklerinin dökülmesi beni epeyce sarsmıştı. Başka bir seferinde de kendini ‘yeniden yakınlaşmacı’ bir liberal olarak tanımlayan bir kişi sevgilimi uyaracak ve ona bana karşı dikkatli olmasını salık verecekti. ‘Ne de olmasa bir Türk’tüm’ ve sevgilim ayağını denk almalıydı… En mahrem anlarda bile “ulusların” hışmına uğramak ağırıma gidiyordu. ‘Ulussuz’ bir hayat yaşamanın zorluklarını her gün yeniden tecrübe ediyordum. Kafalardaki Kıbrıslı Türk imajına benzesem, hatta bu bir yana, herhangi bir ulusun çocuğuna benzesem pek bir sorun olmayacaktı. Fakat ‘ulussuz’ veya ‘kozmopolit’ biriyseniz, işiniz son derece zordu. Kıbrıs’ta 20. yüzyılın sonunda uluslara inanmamak veya ulusların dışına çıkmaya kalkışmak Orta Çağ Avrupa’sında Tanrıya inanmamak gibi bir şeydi. Her şey “etnik kimlik” ve “etnik grup” gibi tümcü kavramlarla anlamlandırılıyordu. En liberal, en demokrat olanlar bile “birbirimizin kimliklerine saygı duymalıyız” diyerek lafa başlar, hiç farkında olmadan “gündelik primordializmin” batağında dolaşırdı. Oysa ben öncelikle birbirimizin kişiliklerine saygı duymanın ulusal kimliklere saygı duymaktan çok daha önemli olduğunu, ayrıca, iletişimin ve bellek değiş-tokuşunun önemini anlatmaya çalışıyordum. Bunun milliyetçilerin anladığı bir dil olmadığını elbette biliyordum. Fakat sorun, liberal, demokrat ve solcuların da farklı düşünmemeleriydi. Milliyetçi bir Kıbrıslı Rum bir Kıbrıslı Türk’te “kötü” birini görürken, milliyetçi olmayanların büyük çoğunluğu ise “Makbul bir Türk” görüyordu. Bunların yanında, kim olursa olsun her Kıbrıslı Türk’ü kucaklamaya hazır olanlar da vardı. Kimi Kıbrıs Rum toplumuna duyduğu tepkiden, kimi de spiritüalist bir “kardeşlik” anlayışından hareket ediyordu. Fakat bu bakışların hepsi bir noktada buluşuyordu: somut ötekilerin özgün deneyimleriyle istişareden çok, olumlu veya olumsuz, kafalardaki Kıbrıslı Türk imajına konuşuluyordu.
Kıbrıs Rum toplumunun çarpıtan aynasında parçalanıp dururken içimden “benim adım Niyazi’dir” diye haykırmak geçiyordu. Nitekim yüksek tirajlı bir gazeteye verdiğim bir mülakatta ‘Benim Adım Niyazi’dir diyordum ve ekliyordum: “Ne Size, Ne De Türklere Yararım. ‘İyi’ Algım, ne Türk ne de Grek’tir. İkisini de İçinde Barındıran Ortak İyidir”. “Ortak İyi!”… Güzel laf! Fakat bunu o tarihe kadar “kabile savaşı” yapan, haklılığından şüphe duymayan ve birbirlerine karşı sempati beslemediği gibi, empati de duymnayan toplumlara söylerseniz, trajik ve bazen de komik durumlara düşmekten kurulamazsınız. Bazen de ikisini bir arada yaşarsınız. Nitekim hayatım bu türden traji-komik olaylarla doluydu.