Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Güney Kıbrıs’ta kurduğum dostluklar arasında bende çok özel yeri olanların başında Zenon Pofaidis ve ailesi gelir. Zenon’u Güney Kıbrıs’a ilk gidişlerimde tanıdım. Londra’da okumuş ve uzun yıllar orada yaşamış olan iktisatçı arkadaşım her şeyden önce bir düşünce insanıdır. Kurduğumuz dostluk bir “Kıbrıslı Türk ile bir Kıbrıslı Rum’un dostluğundan” çok, ülkelerine dair gailesi olan iki kozmopolit entelektüelin dostluğuydu. İkimiz de Milliyetçi-cemaatçi yaklaşımlardan pek hoşlanmıyorduk. Romatnik bir “Kıbrıslılık” veya başka bir kimlik meraklısı da olmadık. Bir bakıma, 19. yüzyılın sonunda Avrupa’da yaşayan Yahudi asıllı kozmopolit entelektüelleri andırıyorduk. Ulus-devlet ve milliyetçilik Avrupa’sı onlara “Yahudiliklerini” hatırlattığında, milli kimliklerin “ölümcül” bir kurgu olduğunu bilen bu entelektüeller, Siyonizm’e sırt çevirerek evrensel bir yerden konuşmaya devam ettiler ve kimlik fetişizmine sarılmayı reddettiler. Belki sonunda Franz Kafka’nın dediği gibi, “halksız kimseler” olup çıktılar ama kendilerini milliyetçilik akımına kaptırmadılar. İkimiz de ülkemizde tarihin bıraktığı ağır mirasın elbette farkındaydık. Ancak ülkemizin dinginleşebilmesi için “ortak kimlik” geliştirmenin yerine, çoğulcu, demokratik bir kültürün üstün gelmesine inanıyorduk. Velakin, milliyetçilikler mekânı Kıbrıs’ta bu türden değerlerle yaşayan insanlar “toplumsuz” olmaya veya “cemaat-dışı” kalmaya mahkûmdur. Ben zaten çoktan her türlü kolektifin dışına çıkmıştım. Zenon da bir tür “iç-sürgün” yaşamı sürdürüyordu. Lissaridis’in milliyetçi eğilimlerini eleştirdiği için EDEK’ten atılmış, AKEL’in popülist politikaları ile ise hiç bir zaman barışık olmamıştı. Karısı Margarita dünyalar tatlısı bir insandı. AKEL’e bağlı geleneksel bir köylü aileden geliyordu. Bu yüzden yükseköğrenimini reel-sosyalist Bulgaristan’da yapmıştı. Margarita AKEL liderliğinin siyasetlerini beğenmese de, AKEL tabanında yaygın olan Kıbrıslı Türklere karşı içten yakınlık duyma eğilimi onda da vardı. Onların yanında kendimi evimde hissediyordum. Tek çocukları küçük Kostantinos’a başında Kıbrıslı Türk olduğumu söylememeye karar vermiştik. Sık sık birlikte oluyor, birlikte vakit geçiriyorduk. Son derece zeki bir çocuk olan Kostantinos, biraz adımın “tuhaflığından”, biraz da Yunanca konuşurken yaptığım vurgu hatalarından “tam olarak kim” ve “nereli” olduğumu öğrenmek isteyince, ona “diasporada yaşayan bir Kıbrıslı” olduğumu söyledik. Kostantinos buna inanmıştı veya inanmış görünüyordu. Bu konuyu bir daha hiç açmadı. Birlikte oyunlar oynuyor, arkadaşlık yapıyorduk. Bir gün, Baf’tan Lefkoşa’ya gelmek üzere yolculuk yaparken Kostantinos bana aşkın ne olduğunu sordu. On yaşlarında filandı. Ona bir sürü şey söyleyebilirdim. Ya da hiçbir şey… Yanıtı olmayan soruları derinlemesine irdelemeye çalışmak yerine, duyguları yardıma çağırdım. (Sanki insanın bilincinden veya bilinçdışından bağımsız duygular varmış gibi!) “Eğer bir insana ya da bir şeye karşı yüreğinde bir kabarma ve heyecan hissediyorsan, bu aşk olabilir” diyerek klişe bir şeyler söyledim. Bunun üzerine, “ben Baf’tan ayrılırken kalbimde bir heyecan hissediyorum ve üzülüyorum” dedi. Ben de “sen o zaman Baf’a âşıksın” dedim. Gerçekten de Kostantinos Baf’ı çok seviyordu ve sık sık nenesi ile dedesini ziyaret etmek için Baf’a gidiyordu. Çoğu zaman ben de onunla birlikte Baf’a gidiyor, ailesiyle birlikte vakit geçiriyordum. Dedesi ile nenesi Baf’ta Kıbrıslı Türklerle güzel anıları olan kimselerdi. Durmadan eski Kıbrıs’a dair bir şeyler anlatırlardı. AKEL üyesiydiler. Hatta fanatik cinsinden… Yunanlıları pek sevmezlerdi. Damatları Zenon’u da pek sevdikleri söylenemezdi. Folklorik sayılabilecek “Kıbrıslılık” kimliği Zenon’un rağbet ettiği bir şey değildi. Ait olma duygusunu derin bir yerellikten almaları Zenon için her zaman tartışma konusuydu. Fakat onlar biraz safça olsa da, iki toplumun dostluğuna ve kardeşliğine inanan kimselerdi ve onları görmek bana iyi geliyordu.
Kostantinos, babasıyla yaptığımız uzun tarih ve siyaset tartışmalarını hiç kaçırmazdı. Yanımıza oturur konuşulanları dikkatlice dinlerdi. Bazen zekice sorular sorar, bazen da masaya çıkıp şiirler okurdu. En çok, Vasilis Mihailidis’in okulda öğrendiği “9 Temmuz” adlı şiirini okurdu. Ünlü Kıbrıslı Rum şair Vasilis Mihailidis’in her Kıbrıslı Rum’un ezbere bildiği “9 Temmuz” adlı destanında 1821 yılının Temmuz ayında Kıbrıs’ta yaşanan katliamlar konu ediliyor. 9 Temmuz günü Lefkoşa’nın Sarayönü Meydanında Kıbrıs Başpiskoposu Kiprianos idam edilmiş, üç Piskoposun da başı vurulmuştu. Katliam Temmuz ayı boyunca devam etmişti. Kıbrıs Rum toplumunun dini liderleri ve önde gelen şahsiyetleri, özellikle de zengin olanlar katledilmişti. Katledilenlerin varlıklarına el konulmuş, iki katlı evlerinin üst katları yıkılmıştı. Böylece, adada kimin “hâkim unsur” olduğu gösterilmiş oldu. Katliamlar Muhassıl Küçük Mehmet’in Padişah’tan “katli vaciptir” fermanı almasıyla başlamıştı. Kıbrıs Rum toplumunun önde gelenlerini Lefkoşa’ya davet eden Küçük Mehmet ‘misafirlerini’ tutuklattıktan sonra yüzlerine fermanı okumuş ve 9 Temmuz günü Başpiskopos Kiprianos’u Sarayönünde astırmıştı. Katliamlar haftalar boyunca devam etmişti. Hıristiyanların kimi asılmış, kiminin de boynu vurulmuştu. Bu zulme gerekçe olarak da Yunan Ayaklanması gösterilmişti. Oysa Yunan Ayaklanmasını örgütleyen Filiki Eteria Kıbrıslı Rumların ayaklanmaya katılması veya katkı yapması için Başpiskopos Kiprianos’un kapısını çaldığında, Kiprianos Kıbrıs’ta başkaldırının imkânsızlığını, adanın coğrafi konumu itibarıyla “devrimin” başarısız olmaya mahkûm olduğunu söylemiş ve Yunan Ayaklanmasına sadece maddi yardımda bulunmakla yetineceğini bildirmişti. Bu yüzden Filiki Eteria’nın 1820 yılının Ekim ayında hazırladığı “Eylem Planının” 15. Maddesinde “Kıbrıs Başpiskoposunun para veya yiyecek yardımında bulunacağı” kaydedilmişti. Üstelik vaat edilen yardımın yapılıp yapılmadığı da belli değildi. Aleksandros İpsilanatis 8 Ekim 1820 tarihinde Başpiskopos’a gönderdiği bir mektupta söz verdiği yardımı bir an önce göndermesini rica ediyordu.
Muhassıl için bunların hiç bir önemi yoktu. Yunan Ayaklanmasının (25 Mart 1821) başlamasından kısa bir süre sonra Nisan ayında Larnaka’da dağıtılan “ihtilal bildirileri” Küçük Mehmet’in eline geçince, Küçük Mehmet bildirileri İstanbul’a göndererek Padişah’tan katliam için ferman rica etmişti. Padişah önce Kıbrıslı Ortodoksların silahlarının toplatılmasıyla yetinmeyi önerdiyse de Küçük Mehmet Kıbrıs Rum toplumunun önderlerini ortadan kaldırma konusunda kararlıydı. Sonunda Padişah’ı ikna ederek istediği fermanı aldı ve o güne kadar görülmemiş bir katliama girişti. Kıbrıs Rum resmi tarihinde 480 kişinin katledildiği belirtiliyor olsa da, gerçek rakamın bunun çok altında olduğu tahmin ediliyor. Bazı kaynaklarda katledilenlerin sayısının 100’ü geçmediği ileri sürülüyor.
Vasilis Mihailidis, bu katliamı destanlaştırırken Köroğlu adında bir Kıbrıslı Türk’ten de bahseder. Çok iyi kalpli olan Köroğlu, Başpiskoposu kollamak ve kurtarmak için elinden geleni yapar. Hayatını tehlikeye atma pahasına Başpiskoposa yardım etmek ister. Fakat “Millet Başı” Lefkoşa’yı terk etmeyi reddeder ve ölümü seçer. Şair, Kıbrıslı Türklerin bu katliamlar karşısında derin üzüntü duyduklarını da yazar. Aşağıda Kıbrıs Rum ağzıyla yazılmış bu destandan kendi çevirimle bir bölüm okuyalım:
“Gizli rüzgârlar esmeye başladığında/Ve Türk illerinde hava gizli gizli bulutlandığında/Ve dört bir taraftan havayı ağırlaştırmaya başlayan bulutlar taşıdıklarında /Herkesin olduğu gibi Kıbrıs’ın da bir sırrı vardı/Gizli rüzgârlarda onun da payı vardı/Mora diyarlarında bir şimşek görünmeye başladığında/Ve gürültüsü her tarafa yayılıp duyulduğunda/Ve her yer tutuşup yandığında, deniz ve de kara/Herkesin olduğu gibi Kıbrıs’ın da bir felaketi vardı/Gecelerden ıssız bir gece, aylardan Temmuz/Yukarıda yıldızların parladığı bir Cuma gecesi/Ve bulmazdın bir can bile Lefkoşa’nın dar sokaklarında/Şeherin köşe bucaklarında/Hafifçe esen bir rüzgâr, bir yapracık bile duymazdın kıpırdanan/Ne bir köpek havlaması, ne de öten bir horoz: Sessiz bir gece, ıssız bir geceydi/Sanırdın ki Tanrının hükmünden gizlenirdi gece/İşte böylesine sakin bir gecede saraya kapanan Türkler/Büyük Meclisi topladılar/Gece yarısı devrildi ve şafak sökmeye başladı/Ve Köroğlu ki çok ama çok iyi kalpliydi/Evinden gizlice çıktı ve Despota gitti/Ve onu uyandırıp yanına oturdu ve ona dedi ki/Evimde arabam hazırdır Cipriano/Cipriano arabam hazır/Eğer kesin idamdan kurtulmak istersen/Ve eğer istersen ölümden kurtulmak/İskele’ye git haremimle gizli gizli/Konsolosluklar açıktır, git saklan/Müsellim ağaya Babı Ali’den ferman geldi/Ve dün gece apar topar meclis toplandı/Ve kara talihiniz artık onun elindedir/Onun elinde ölüm, onun elinde hüküm…”
Kostantinos bu şiiri o kadar sık okuyordu ki, bazen acaba benim Kıbrıslı Türk olduğumu anladığı için mi bu şiiri okuyor diye merak etmiyor değildim. Fakat gerçek şudur ki, bu şiiri ben de çok seviyordum. İleride üzerinde çok kafa yoracağım ve üniversitedeki derslerimde kullanacağım bu şiiri ilk defa Kostantinos’un şiir resitallerinde öğrenmiş olmaktan apayrı bir haz alıyorum.
Bir gün bütün aile öğle yemeğine oturduk. Kostantinos çoğu zaman yaptığı gibi, o gün de yemeğini dizlerimin üstünde oturarak yiyordu. Birden Panikos içeri girdi ve şaka yaparak (şaka yaptığını zannederek) nadir gülen yüzünde kocaman bir gülücükle Kostantinos’a “bir Türk’ün dizleri üzerinde oturmak nasıl bir duygudur” demez mi! Bir anda bütün büyü bozulmuştu. Kostantinos artık bir Türk olduğumu biliyordu. Ebeveynleri ve ben durumu nasıl kurtaracağımızı düşüne duralım, Kostantinos son derece rahat bir şekilde, “olsun, o benim arkadaşımdır” deyince, derin bir nefes aldık. Ertesi gün Kostantinos’a “daha ciddi” tarih dersleri vermeye karar verdik. Ona, Kıbrıs’ta kendilerini Helen sayan Kıbrıslıların yanında, kendilerini Türk veya Kıbrıslı Türk sayan Kıbrıslıların da yaşadığını anlattık. Bununla yetinmeyerek, Kostantinos’u arabaya attığım gibi kuzey Lefkoşa’nın surları üstünde her gün güneyi “röntgenleyen” meraklı Türkleri gösterdim. Sonra, arabayı, Kıbrıs savaşının dışında kalmışçasına hala iki toplumlu olmaya devam eden doğduğum Bodamya köyüne sürdüm. Fatma teyzenin evinde köy hellimi yedik. (Kostantinos bunun hala yediği en iyi hellim olduğuna inanıyor) Sonra, Aygün’ün evinde zeytinlileri götürdük ve Semral’ı ziyaret ettik. Dönüş yolunda Kostantinos’un ağzından şu sözcükler dökülmüştü: “Tıpkı biz… Aynı bize benziyorlar…” Olay bitmişti… Ya da biz öyle sanıyorduk…
Birkaç gün sonra okul müdürü Kostantinos’un ebeveynlerini okula çağırdı. Zenon bu tür toplantılara gitmeyi sevmediğinden, görüşmeye Margarita gitti. Okul müdürü biraz ürkek, biraz da endişeyle Margarita’ya Kostantinos’un ruh sağlığının iyi olmadığını, halüsinasyon gördüğünü, sürekli olarak evindeki Türk’ten söz ettiğini ve bu ‘sayıklamanın’ her gün tekrar edildiğini söyledi. Margarita, sakin bir ses tonuyla, endişe edilecek bir durumun olmadığını, çocuğun sağlığının yerinde olduğunu, evde gerçekten bir Türk’ün yaşadığını söyleyince, müdür, “aman Tanrım, bunlar ailece delidir” diyerek kendi kendine söylenip durmuş. Maalesef, Kıbrıs Rum okullarında durum böyleydi. Hala da pek değişmiş sayılmaz ya… En azından artık herkes bir içimde bir Kıbrıslı Türk’e rastlayabiliyor. Bu da ister istemez önyargıların kırılmasına yardımcı oluyor. (Geçenlerde müthiş bir hikâye dinledim. Askerlik görevini yapan bir Kıbrıslı Rum genç evine telefon açarak yemek siparişi vermiş. Annesi, “evde yemek çok, bugün misafirlerimiz var, onlar için çeşitli yemekler hazırladım, gel al” demiş. Genç adam eve uğrayınca misafirlerin Kıbrıslı Türk olduğunu espriyi patlatmış: “ben sizi Türklerden korumak için nöbet tutarken, siz burada, kendi evimde, Türklerle yiyip içiyorsunuz…)
Yıllar sonra Atina’da bir konferans vermek üzere “Kıbrıs Evi”ne girmek üzereyken faşistlerin saldırısına uğradığımda, yanımda Kostantinos vardı. O artık doktor Kostantinos idi. Bütün okulları birincilikle bitirip hekim olmuştu. Bana saldırmaya gelen siyah gömleklilerin üstüne aslanlar gibi kükremişti. Faşistlerin bana ulaşmasını engellemek için kapıyı tutarak “sen içeri gir” diye bağırdığında, korkumun yerini koskoca bir sevinç almıştı…
Zenonlar’ın evinde yaşarken, içimden evin avlusuna bir ağaç dikmek geçmişti. Diktim de. Ağacın adını “Hasret” koydum ve ölürsem beni bu ağacın altına gömmelerini söyledim. Ağacın adını niye “Hasret” koyduğumu bugün bile hala kendime soruyorum. Geride bıraktığım ve özlediğim bir mekânım olduğu söylenemezdi. “Kendimden gelmiş kendime gidiyordum”. Tek yurdum durumlardı. Yani, dostluklar… Böyle olduğu halde ağacın adını “Hasret” koymuştum. Neden acaba?