Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (48)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (48)

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy


1994 yılında Harvard üniversitesindeki konferansa katılmama karşı çıkan Vamık Volkan 2011 yılında, yani tam 17 yıl sonra, özüne sadık kalarak kendini başka bir “sahnede” tekrar edecekti. Türkiye’den Ekopolitik adlı kuruluşun 28 Haziran 2011 tarihinde Kıbrıs’ta düzenleyeceği çalıştaya gönderdiği daveti kabul ettikten bir kaç gün sonra, Ekopolitik yeniden arayacak ve telefonda özür dileyen mahcup bir ses, Vamık Volkan’ın benim toplantıya katılamama itiraz ettiğini, bu yüzden de daveti iptal etmek zorunda kaldıklarını bildirecekti. Vamık Volkan çalıştayda konuşmamı sakıncalı buluyordu. Bu türden olaylar başıma defalarca gelmişti. Kuzey Kıbrıs’ın ayrılıkçı elitleri güçleri yettiğince, elleri uzandığınca, yolumu ve önümü kesmeye çalışıyorlardı. Bunlardan biri de Rauf Denktaş’ın conflict-resolution meraklısı müsteşarı Ergün Olgun idi. 2000 yılında değerli Türkologlardan Erick Jan Zürcher Leiden üniversitesinde Kıbrıs üzerine bir tartışma düzenlemek istiyordu. Lyon üniversitesinde misafir akademisyen olarak çalıştığım bir dönemdi. İyi tanıdığım, birlikte çeşitli konferanslara katıldığım ve ortak yayın yaptığım Zürcher, “Leiden’a gelir misin, farklı görüşten biriyle Kıbrıs’ta federasyon tartışması yapalım” deyince, “memnuniyetle, olur” dedim. Erick bir müddet sonra diğer davetlinin Ergün Olgun olabileceğini söyledi. Sakınca görmedim, “Tamam, No Problem…” diye karşılık verdim. Kısa bir süre sonra Erick Jan Zürcher yeniden aradı. Oldukça öfkeliydi. Ergün Olgun ona benimle aynı panelde yer alamayacağını söylemişti. “Rumculuğum” bir kez daha ayağıma takılmıştı. Erick’i sinirlendiren esas neden ise benim “Rumculuğum” değil, Ergün Olgun’un faşizan zihniyetiydi. Üstelik Ergün Bey Erick’e yalan söylemişti. Kendisinin “liberal bir aydın” olduğunu, benimle “hiç bir sorunu olmadığını”, ancak benimle aynı panelde yer almasına Hollanda’nın Türkiye Büyükelçiliği’nden itiraz geldiğini ileri sürmüştü.

Zürcher eli kolu uzun adamdır. Hemencecik Türkiye’nin Hollanda Büyükelçiliği’nden böyle bir itirazın gelmediğini öğreniverdi. Beni yeniden aradı. “İstersen paneli iptal edelim” dedi. “Hayır, “iptal etmeyelim” dedim. “Ayrı ayrı konuşalım, aynı paneli paylaşmayalım. Böylelikle hem senin işin olur, hem de Ergün Bey’e benim “Rumculuğumdan” bir şey bulaşmaz.” Öyle oldu.

Ergün Olgun konuştu. Kıbrıs’ta neden iki ayrı devlete dayalı bir konfederasyon kurulması lâzım geldiğini maharetli bir şekilde anlattı. Dağılan Yugoslavya federasyonunu örnek vererek, orada olduğu gibi Kıbrıs’ta da ayrı ayrı devletlerin kurulmasının daha doğru olacağını söyledi. Fakat bir öğrencinin basit bir tespiti Ergün Bey’in itinalı argümanlarını yerle bir etti: Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan hiçbir devlet dışarıdan bir ordunun müdahalesi sonucu topraklarından zorla kovulan insanların malı-mülkü üzerine kurulmamıştır!

Ergün Beyin söyleyecek lafı yoktu. Her ayrılıkçı siyasetçinin söyleyebileceği sözleri tekrar etti. Söylediklerinin hiç birine katılmamama rağmen konuşmasını başından sonuna kadar dinledim. Sıra bana gelince, tıpkı Harvard’ta Vamık Voklan’ın yaptığı gibi, Ergün Olgun salonu terk etti. Dışarıda dolaşıyor, Zürcher ile vedalaşmak için konuşmamın bitmesini bekliyordu. Vedalaştı ve ayrıldı. Ayrılmadan önce kendisine yaptığının çok büyük ayıp olduğunu söylediğimde, lafı evirip çevirdi. Murathan Mungan’ın Türkiye için söylediği bir söz Kıbrıs için de geçerliydi: “bu ülkede her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız!”

Tam on yıl sonra, yani 2010 yılında, bir gazeteci arkadaşım televizyon programı için aradı. Programa kiminle çıkacağımızı tartışırken Ergün Olgun’un adı geçti. Tavrım aynıydı: “Olur” dedim, “No Problem…” Gazeteci arkadaşım bir süre sonra yeniden aradı. “Ergün Bey seninle aynı programa katılmak istemiyor.” Belli ki köprülerin altından akan sular Ergün Olgun’un zihniyetinden hiç bir şey alıp götürmemişti.

Ne ilginçtir ki, Kıbrıslı Türklerin 2000’li yılların başında kalkıştığı barış seferberliğinden sonra bile ayrılıkçı elitlerin zihniyet dünyasında hiç bir değişiklik olmamıştı. Daha da tuhafı, sol cenahta siyasi kariyer yapmaya hevesli bazı kimselerin Ergün Olgun ile sıkı bir işbirliği içine girmeleriydi.

Beşparmak dağlarını kırmızı-beyaza boyamakta ısrar eden bu adamla “Toplumsal Diyalog” ve “Çağdaşlık” adına bir araya gelmekten çekinmiyorlardı. Bu “hafızasızlığa” üzülmemek elde değildi. Ne yazık ki, bu türden davranışlar -bunlar hiç de az değildi- Kıbrıslı Türklerin barış isyanının geçmişle etik bir hesaplaşmaya yol açmasını engelliyordu. Bu yüzden de ayrılıkçı ve baskıcı milliyetçiler, faşizan bir zihniyetle toplumun yarısını “vatan haini” ilan edenler, özür dileme ihtiyacını hissetmiyorlardı. Kıbrıs Türk toplumunun barışa susamış kesimlerini temsil etme iddiasında olan bazı kesimlerin statükonun muktedirleri ile içli-dışlı olma hevesleri yüzleşmeye imkân tanımıyordu. Neyin hatırlanıp, neyin unutulacağı konusunda tam bir kargaşa yaşanıyordu. Sonunda, ne unutulması gerekenler unutuldu, ne de hatırlanması gerekenler hatırlandı. Böyle olunca da barış ateşleri yavaş yavaş sönerken

‘Eski’, hiçbir şey olmamış gibi yeniden sahne almakta hiç zorlanmadı. Maurice Halbwacs’ın hafıza üzerine yaptığı esaslı çalışmalardan sonra, neyin, ne zaman, nasıl hatırladığının çıkar ve iktidar bağlamında düşünülmesi gerektiğini biliyoruz. Seçici unutmanın ve hatırlamanın iktidar tutkusuyla doğrudan bir ilişkisi olduğu aşikârdı…

Vamık Volkan ile Ergün Olgun örnekleri üzerinde durmam tesadüf değildir. Yoksa bu türden sayısız deneyimim vardır. Yurtdışındaki konferanslarımı basan holigan milliyetçiler mi istersiniz, küfretmeyi marifet sayan gazeteciler mi, yoksa peşimde gezinen sivil polisler mi… Bazılarıyla ciddi sorunlar yaşamama karşın onlara karşı hiçbir zaman öfke duymadım. Çoğu, adanın bölünmesini büyük bir kıskançlıkla savunan etnik milliyetçilerdi. Aramızda esaslı görüş ayrılıkları vardı. Demokrasi kültüründen pay almadıkları için, farklı görüşlere tahammül edemiyorlardı. Fakat Vamık Volkan ve Ergün Olgun piyasada “çatışma-çözümcüsü” olarak dolaşıyorlardı ve kendilerini “barış meleği” olarak takdim ediyorlardı. Hele Vamık Volkan çatışma-çözümcüsü olarak ün yapmış biriydi. Oysa Kıbrıs Sorunu konusunda yaptığı bütün değerlendirmeler buram buram etnik milliyetçilik ve primordialism kokuyordu.

Dergiler Haberleri