Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (55)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (55)

Niyazi Kızılyürek

niyazi@ucy.ac.cy

Kathy Kliridis sadece gazeteye yazı yazarak beni desteklemekle yetinmemişti. Misafir öğrenci olarak derslerime de katılmaya başlamıştı. Doğrusu, bu Kathy’nin tarih ve siyaset öğrenme merakından ziyade beni korumak için attığı cesur bir adımdı. Kısa sürede herkes Kathy’nin “öğrencim” olduğunu öğrenmiş ve ufak ufak dedikodular başlamıştı. Kathy Kliridis iki toplumun yakınlaşmasına yürekten inanıyordu. Çeşitli barış etkinliklerine katılıyor, Güney Kıbrıs’ta yaşayan az sayıda Kıbrıslı Türk’ün sorunlarına çözüm bulmak için uğraşıp duruyordu. Sağcı muhafazakâr DİSİ partisinde Kıbrıslı Türklerle yakınlaşma komitesi kurmayı başararak barış ve uzlaşma yolunda hummalı bir çalışma yürütüyordu. Bu arada, “Duvarımız” belgeselini görmüş ve filmi beğenmişti. Filmi geniş kitlelere ulaştırmak için bize yardımcı olmaya çalışıyordu. O dönemde (1993-1998 arası) Cumhurbaşkanı Galfkos Kliridis, kızından farklı olarak, son derece popülist bir politika izliyordu. Bir yandan Yunanistan ile “Ortak Savunma Doktrini” imzalıyor, diğer yandan adaya S 300 füzeleri yerleştirmek için diplomatik ve askeri hazırlık yapıyordu. Durmadan Kıbrıs adasının “hareketli bir yanardağ olduğunu” söylüyordu. Uluslararası toplumun dikkatini Kıbrıs Sorununa çevirmek için yaptığı bu girişimler militarist bir atmosfer oluşturmuş, zaten milliyetçi olan havayı daha da ağırlaştırmıştı. Atadığı eğitim bakanı tüm zamanların en milliyetçi eğitim bakanlarından biri idi. EOKA’nın kadın kahramanlardan olan Kleri Angelidou, milliyetçilikle bezenmiş eğitim sistemini iyice ethno-cantrik hale getirmişti. Helenizm’in ve Ortodoks dininin “üstün değerlerinden” söz ediyor, okul kapılarını EOKA savaşçılarına açıyor, EOKA emektarlarının okullara giderek öğrencilere deneyimlerini anlatmalarını istiyordu. Romantik bir Helenizm anlayışına sahip olan bakan EOKA döneminin nostaljisi içinde yaşıyordu. Kleri Angelidou Kıbrıs Üniversitesindeki varlığımdan çok rahatsız olmalıydı ki, bir gün yaptığı bir açıklamayla üniversiteyi terk etmemi istemişti. Bu pek alışık bir durum değildi. Özerk bir üniversitede kimin kalıp kimin gideceğine eğitim bakanı karar veremezdi. Ancak Kıbrıs, “ulusun çıkarları” söz konusu olunca hukukun kolaylıkla geri plana atıldığı bir ülke idi. “Ulusal Davanın ihtiyaçları” yasaların tereddütsüzce rafa kaldırılmasına yol açabiliyordu. Ülkenin yakın tarihi “ulusun metafizik meşruluğu” adına hukukun ve yasaların iptal edilmesiyle doluydu.

Bakanın açıklamasından sonra üniversitede kalmam oldukça zor görünüyordu. Ne yapacağıma karar vermek için istişare ettiğim arkadaş çevremde Kathy de vardı. Kathy Kliridis, babasının politikalarını iyi niyetli buluyordu ama eğitim bakanının bana karşı takındığı tavırdan o da rahatsız olmuştu. Cumhurbaşkanı Kliridis ile bir görüşme yapmamın yararlı olacağını düşünüyordu. Sonunda Kathy bir randevu ayarladı ve Glafkos Kliridis’i cumhurbaşkanlığı sarayında ziyaret ettim. Bu saraya ilk ve son defa Yorgos Vasiliou’yu ziyaret ettiğimde gitmiştim. Kliridis’i tanımıyordum. Kendisini ilk defa 1988 yılında konferans vermek üzerek Kıbrıs’a geldiğimde ve fırsattan yararlanarak Toplum Postası’na hazırladığım “Güney Dosyası” için röportaj yaptığımda görmüştüm. O tarihte ana muhalefet lideri olmasına karşın cumhurbaşkanı Yorgos Vasiliou’nun pragmatist politikalarını destekliyor, Kıbrıs Sorununun coğrafi federasyon temelinde çözülmesini büyük bir cesaretle savunuyordu. Ayrıca, yine o yıllarda “My Desposition” adını verdiği dört ciltlik anılarını yayımlamıştı ve Kıbrıs Rum siyasetini aktif siyasette yer alan birisinden beklenmeyecek kadar sert şekilde eleştirmişti. Kendi yanlışlarını da “Mea Culpa” diyerek açık açık itiraf etmişti. Sözün kısası, özeleştiri yapabilen nadir politikacılardan biriydi. Gelgelelim, 1996 yılında cumhurbaşkanı koltuğunda oturan Kliridis, pragmatist söylemleriyle bilinen Kliridis değildi. Cumhurbaşkanı olabilmek için DİKO ile kurduğu ittifaktan sonra son derece popülist bir çizgi izliyordu. Bu yüzden kendisiyle konuşurken sözlerimi büyük bir dikkatle seçmem gerekiyordu. Heyecan içinde cumhurbaşkanlığı sarayına gittim ve kendisine sade ve net bir soru sordum: “Sayın Cumhurbaşkanı, Kıbrıs Üniversitesinde bir Kıbrıslı Türk akademisyene yer var mı, yok mu? Eğer siz yok derseniz, üniversiteden hemen ayrılacağım.” Glafkos Kliridis titrek sesimden çok gergin olduğumu anlamıştı. Sakin bir ses tonuyla ne içmek istediğimi sordu. Kahveler söylendi ve söze girdi: “Beyefendi, olduğunuz yerde kalacaksınız” dedi ve devam etti: “Ben, üniversitenin Türkoloji bölümünü çok önemsiyorum. Şimdiki gençler Türk kültürü hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Öğrenmeleri gerek. Bizim gençliğimizde durum farklıydı. Ben gençliğimde Kuran-ı Kerim’i bile okumuştum. Söylenenlere aldırmayın. Çoğu ne dediğini bilmiyor. Saçmalıyorlar.” Bu sözler karşısında iyice şaşırdım. Cumhurbaşkanı bana karşı olan Kıbrıslı Rumların “saçmaladığını” söylüyordu ve ısrarla ve kesin bir dille üniversitedeki görevime devam etmem gerektiğini belirtiyordu. Fakat gitmemi isteyen kendi partisi, kendisinin atadığı eğitim bakanı ve hükümet ortağı DİKO değil miydi? Kliridis’e bunları söylemeye çalışmışsam da sözümü keserek beni daha büyük bir şaşkınlığa uğratan sözcükleri peş peşe sıralamaya başladı: “Partimin veya hükümet ortağımın ya da eğitim bakanımın akıllı olduğunu size kim söyledi!?” Duyduklarımı inanamıyordum. Kliridis benden beni bu kadar hırpalayan, sabah akşam hakaret eden çalışma arkadaşlarını ciddiye almamamı istiyordu. Söylediklerinin siniklik mi bilgelik mi olduğunu tam olarak kestiremedim ama duyduklarımın beni rahatlattığı bir gerçekti. Cumhurbaşkanlığı sarayından ayrılırken karşı saldırıya geçmem gerektiği konusunda iyice ikna olmuştum. Bunu zaten nicedir düşünüyordum. Kaçak dövüşmeyecek, televizyon ekranlarına çıkacak, bana yapılan eleştirileri yanıtlayıp saldırıları göğüsleyecektim. Öyle de oldu. Kaç televizyon ve radyo programına katıldığımı hatırlamıyorum. Fakat üst üste gelen davetlerin hiç birini geri çevirmedim ve beni lanetleyen ekranlarda boy göstermeye başladım. Beni çağıranların çoğu “dövmek için” çağırıyordu. Bunu biliyordum. Fakat önemli olan Kıbrıs Rum topumu ile sahici bir diyalog kurmaktı. Çağrıldığım programlar özgür bir tartışma ortamından çok, ifademin alınacağı “sorgulama odaları” gibi tasarlanmıştı. Kıbrıs Rum medyasının hali perişandı. Özel kanalların patronları arasında darbede aktif rol alan EOKA B’ciler, aşırı milliyetçiler ve kilise vardı. Devlet televizyonu ise 1963’ten sonra Yorgacis’in, daha sonra da Spiros Kiprianou’un atadığı adamlarla doluydu. Tarafsız habercilik nedir bilmezlerdi. “Türk” sözcüğünü neredeyse küfür gibi kullanırlardı. Toplumun duygularını manipüle ederek Türkleri şeytanlaştırırlardı. Duyguları kuşatan bir propaganda tekniğiyle korku, güvensizlik hınç ve intikam hisleri yaratırlardı. Gazeteciler, “haddimi bildirmek” için çağırdıkları programlarda gazeteciden çok “ulusun savcıları” gibi davranıyor, beni adeta sorgulamak istiyorlardı. “Kıbrıs’ın bir Helen adası olduğunu kabul ediyor muydum?” “Kıbrıslı Rum cumhurbaşkanının benim de cumhurbaşkanım olduğunu kabul ediyor muydum?” “Kıbrıs Sorunun bir işgal sorunu olduğunu kabul ediyor muydum?” “Kıbrıslı Rumların Helen ulusunun bir parçası olduğunu kabul ediyor muydum?” “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyor muydum?” Benden bu sorulara ya ‘evet’ ya ‘hayır’ dememi istiyorlardı. Aslında daha çok ‘hayır’ dememi istiyorlardı ki yarattıkları histeriyi sürdürebilsinler. Fakat bu sorular bir ‘evet’ ve bir ‘hayır’ ile yanıtlanabilecek kadar basit ve sıradan sorular değildi. Tartışmayı geniş bir tarih ve siyaset alanına yaymaya ve bizi izleyen Kıbrıslı Rumlarla samimi, içten ve eleştirel bir diyalog kurmaya karar verdim. Örneğin bir programda Kıbrıs Rum cumhurbaşkanının “benim cumhurbaşkanım olmadığını” söyledim. Program yapımcıları çok mutlu olmuşlardı. “Gördünüz mü, cumhurbaşkanını tanımıyor” diyerek üniversitede işim olmadığını avaz avaz bağırmaya başlamışlardı ki mümkün olabildiğince sakin bir ses tonuyla Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının Kıbrıslı Türk olarak bana cumhurbaşkanını seçme hakkını vermediğini, benim oyumla seçilmeyen ve benim oyumla değiştirilemeyen bir cumhurbaşkanı için “benim” cumhurbaşkanım diyemeyeceğimi söyledim. Epeyce afallamışlardı. Neredeyse her programda Kıbrıs Sorunun bir işgal sorunu olduğunu kabul edip etmediğim soruluyordu. Kuşkusuz, bu en zor sorulardan biri idi. Ortada gerçekten de bir işgal sorunu vardı ama Kıbrıs Sorunu sadece işgale indirgenemeyecek kadar çetrefil bir konuydu. Gazeteciler ısrarla hakikatin diğer yarısını unutuyor, bunu söylemek bana düşüyordu. Türk askerlerinden tam on yıl önce adaya Mavi Berelilerin konuşlandığını, bu yalın gerçeğin bile Kıbrıs Sorununun sadece bir işgal sorunu olmadığını gösterdiğini belirtiyordum. Bu sefer de 1963-64 çatışmalarını kimin başlattığı konu ediliyordu. Kıbrıslı Rum gazeteciler ağız birliği içinde “Türk İsyanından” söz ediyor, Kıbrıslı Türklerin adayı bölmek amacıyla devlete karşı “isyan” ettiklerini ileri sürüyorlardı. Fakat iddialarını kanıtlamakta zorluk çektiklerini kendileri de fark ediyordu. Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı bir milliyetçilik anlayışı geliştirdiği ve adayı bölmek istediği elbette doğru idi. Bunu yadsımak mümkün değildi. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmaların “Türklerin lehine” olduğunu ve Kıbrıslı Rumlara karşı yapılmış “tarihi bir haksızlık” olduğunu iddia eden Kıbrıslı Rumlardı. Nasıl olurdu da Kıbrıslı Türklerin lehine olduğu iddia edilen anlaşmaları yine Kıbrıslı Türkler bozmaya kalkardı? Gerçekte 1963-64 döneminde yaşanan etnik çatışmalar Kıbrıs Rum mağduriyet edebiyatının en zayıf halkasıydı. Bu yüzden de bu olayların kolektif hafızada yeri yoktu. Bir slogan şeklinde “Türk İsyanından” söz ediliyor ama cumhuriyeti yıkıp Enosise ulaşmak için kurulan yasadışı yeraltı teşkilatlarından hiç söz edilmezdi. Bu konular tabu sayılıyordu. Üniversite eksenli tartışmalar giderek tarih ve siyaset tartışmalarına dönüşüyordu. Söylediklerim karşısında öfkeye kapılanlar çoktu ama bana sempati duyanların sayısının yavaş yavaş arttığını fark ediyordum. Bakkalda, manavda, sokakta “doğruları söylüyorsun” diyenler çoğalmaya başlamıştı. Sıradan yurttaşların elitlerden daha açık zihniyetli olduğunu görmek hoşuma gidiyordu. Bir kez konuşulmaya başlayınca tabuların tabu olmaktan çıktığı bir gerçekti. Hiç bir hegemonik söylemin insanların vicdanlarını ve zihniyetlerini bütünüyle işgal edemediği gerçeği Kıbrıs Rum toplumu için de geçerliydi. Yine de ara sıra sıkıntılı anlar yaşamaya devam ediyordum. Örneğin, 1964 Şubatında altı Kıbrıslı Türk’ü katledilmesiyle sonuçlanan Aysozomonos saldırısında ölen ve Dali kasabasında kocaman bir heykeli dikilen Hamatsos’un bir “kahraman” olmadığını, bu haksız saldırıda kaza kurşunuyla öldüğünü söylediğimde, ertesi gün Hamatsos ailesinden sert bakışlı adamları beni üniversitenin kantininde beklerken bulmuştum. Onları yatıştırmak niyetinde değildim. Böyle bir yola sapmanın öfkeli adamları daha da azdıracağını biliyordum. Televizyonda söylediklerimi aynen tekrar ettim ve kabahatin bunları söyleyen bende değil, gerçekleri kendilerinden saklayanlarda olduğunu belirttim. Genç Hamatsos’un Türk kurşunuyla ölmediğine inanmak istemiyorlardı. Onlar için akrabalarının “kahraman” olması gerçeklerden daha önemliydi. Nitekim efsaneyi yaşatmaya devam ettiler ve Dali kasabasında her yıl düzenlenen “Martiras” Hamatsos’u” (kahraman- şehit anlamına gelir NK) anma törenlerini aynen sürdürdüler. Bugün de sürdürmeye devam ediyorlar…

Dergiler Haberleri