Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Televizyonda yapılan tartışmalar bana Kıbrıs Rum toplumunda hüküm süren başat söylemleri yakından tanıma fırsatını vermişti. En çetin tartışmaları Sigma televizyonunda İliadis Kardeşlerin yönettiği “Kırmızı Koltuk” programı ile RİK televizyonunda Filelefteros gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Anton Likavkis ile yaptığımı hatırlarım. İliadis Kardeşler ve Anton Likavkis Makariosçu entelijinsiyanın önde gelen isimleri arasında yer alıyordu. Toplumda hâkim söylemi medyanın en etkili organlarında yer alan bu Makariosçu aydınlar üretiyordu. (Nedense, bana her zaman Türkiye’nin Atatürkçü aydınlarını hatırlatıyorlardı) Onların gözünde Başpiskopos Makarios sütten çıkmış ak kaşıktı ve dünyanın sayılı ve saygın liderlerinden biriydi. Kıbrıs Trajedisinin temel sorumlusu Türkiye’nin yayılmacı politikası ile, ne zaman sözünü etseler önüne “ekstremist” sıfatını koymaktan hoşlandıkları Kıbrıs Türk liderliği idi. Yunan Cuntasının ve EOKA B ile Yorgos Grivas’ın da sorumlulukları vardı ama 15 Temmuz darbesi olmasaydı Türkiye yine bir yolunu bulup adayı zaten bölecekti, çünkü Türkiye “özünde yayılmacı” bir ülkeydi. Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklerle tarihte hiçbir sorunu olmamıştı. Bugün de yoktu. Geçmişte tek sorun, İngiliz sömürgecilerinin uyguladığı “böl-yönet” politikası sonucunda Kıbrıslı Türkleri Kıbrıslı Rumlara karşı kışkırtmış olmalarıydı. Günümüzde ise Ankara’nın adamı olan Rauf Denktaş bütün sorunların başıydı. Denktaş gitse, her şey hemencecik hallolacaktı…
Makariosçu aydınlar, gazeteciler, yazarlar ve tarihçiler bu türden söylemleri üretmekle iştigal ediyor ve “kasabanın bilmiş rahipleri” rolünü oynuyorlardı. İktidar teknolojileri onların tekelindeydi. Eğitim bakanlığının hazırladığı müfredattan televizyon ekranlarına, gazete köşelerinden radyo programlarına kadar, her türlü bilgilendirme ve yönlendirme araçları onların elindeydi.
Grivasçı kesimlerin söylemleri biraz daha değişikti. Onlara göre, Makarios 1960’lı yılların başından itibaren giderek Enosisten uzaklaşmış, sonunda da Enosise tamamıyla sırtını çevirmişti. Bir “Helen taşrası” olarak gördükleri Kıbrıs’ta Makarios’un cumhurbaşkanlığı koltuğuna yapışıp Enosis yeminini çiğnediğini ve bencil iktidar çıkarları yüzünden Helenizm’in kutsal davasına ihanet ettiğini düşünüyorlardı. Makarios iktidar ihtirasıyla “Anavatan Ellas’a” ihanet ettiği gibi, muhaliflerine karşı da ağır baskılar uygulayan adi bir diktatördü. Kıbrıs Trajedisinin yaşanmasında –ki bu onlar için Enosisin gerçekleşmemiş olmasıydı- çok büyük günahı vardı, çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sarılmakla Türkiye’nin adaya müdahale etmesine zemin hazırlamıştı. Onlara göre adanın bölünmesini engelleyecek tek çare ve en adil çözüm Enosisin hayata geçirilmesiydi. Gelgelelim, Makarios Enosisi istemediği için bütün fırsatları heba etmişti. Grivasçılar Türklerle Helenlerin ebedi bir düşmanlık içinde olduğunu düşünüyorlardı ama Makarios’a Kıbrıslı Türklerden daha fazla öfke duyuyorlardı. Onların gözünde Kıbrıs bir “Helen” adası idi ve “çoğu Hristiyanlıktan dönme olan azınlık Türklerin” mesamesi okunmazdı. Kıbrıslı Türkler bir dönem İngilizlerin, daha sonra da Türkiye’nin kullandığı bir araçtı.
Solcu aydınlara gelince… Onlar Kıbrıs Sorunundan bahsederken daha çok “emperyalizme” yükleniyorlardı. Kıbrıs Sorunu öncelikle emperyalistlerin yarattığı bir sorundu. Elbette, Türkiye’nin de ciddi sorumluluğu vardı, çünkü emperyalistlerin bölgedeki ileri karakolu idi. Ayrıca şoven Kıbrıs Türk liderliği Türkiye ve emperyalizme uşaklık ediyor, Kıbrıslı Türkler ise maşa olarak kullanılıyordu. Onlar için “milli mesele” Kıbrıs Rum halkının self-determinasyon hakkının çiğnenmesinden ibaretti. Geçmişe dönük değerlendirmeler bu minval üzerine yapılırken, geleceğe dönük yaklaşımları federal devlet odaklıydı. 1974 sonrası koşullarda Kıbrıs Sorununun çözümünün “federal bir devlet” kurmakla mümkün olduğunu düşünüyor, ancak bunun adil bir çözüm değil, ehveni şer olduğuna inanıyorlardı. Solcu aydınlar Kıbrıslı Türklere özel bir yakınlık besliyorlardı. Kendilerini öncelikle “Kıbrıslı” olarak görüyor ve Kıbrıslı Türklerin de kendileri gibi “Kıbrıslı” olduklarına inanıyorlardı. Ne var ki, tarihsel olarak bir “azınlık” olarak gördükleri Kıbrıslı Türklerin gerek 1960’ta elde ettiği hakları, gerekse günümüzdeki taleplerini haksızlık olarak değerlendiriyorlardı.
Anlaşılacağı üzere, farklı tarih ve siyaset algılarından yola çıksalar da, bütün kesimler ortak bir noktada buluşuyordu. Hepsi de Kıbrıslı Türklerin “stratejik bir azınlık” ve dış güçler tarafından kullanılan bir “araç” olduğuna inanıyordu. Bir ortak noktaları daha vardı: neredeyse tümü de öz eleştiriden ve yüzleşmeden kaçınıyordu. Bunun bir nedeni, kuşkusuz, milliyetçi tarih ve siyaset anlayışı idi. Diğer nedeni ise Kıbrıs Rum toplumunun 1974’te yaşadığı ağır travmaydı. Kıbrıs Rum toplumu 1974’te büyük kayıplara uğramış ve bu kayıpların yasını tutamamış, kendi ile yüzleşememiş bir toplumdu. Bu yüzden melankoli ve çaresizlik ile kudretsizlikten kaynaklı hınç duygusu “sağduyudan” daha baskındı. Toplum bütünüyle kendi içine büzülmüş, kendi “hakikatine” sarılmıştı. En küçük öz eleştirel yaklaşımlar bile “narsis-kayıp” olarak algılanıyordu.
Yaptığım tartışmalar arasında en çok ses getireni Likavkis ile RIK televizyonundaki tartışmamız olmuştu. Söz dönüp dolaşıp yakın tarihin en vahim olaylarına, katliamlarla kayıp kişilere gelmişti. Likavkis, Türk askerlerinin Müdahale ve İşgal esnasında yaptıklarını sıralıyor ve benden bunları kınamamı istiyordu. Benim böylesine dramatik olayları kınamakta bir sorunum yoktu. Fakat aklıma Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere karşı yaptıkları katliamlardan birini kınamasını istemek geldi. Şaşırdı. “Benim böyle bir katliamdan haberim yok” dedi. Üsteledim: “senden bir tek katliam olayını kınamanı istiyorum?” “Vallahi, böyle bir olay bilmiyorum” diyerek inkârını sürdürdü. Bunun üzerine, Türk askerlerinin ve Kıbrıslı Türklerin yaptığı bütün katliamları kınadığımı söyledim. Ve Likavkis’e döndüm: “senin gerçekten örneğin Dohni katliamından haberin yok mu?” Devam ettim: “insani duyarlılıklarını etnik grubunun sınırlarıyla sınırlayan ve sadece kendisinden saydıklarına merhamet duyan, öteki toplumun acılarına karşı kayıtsız kalan biri, bu ülkenin bölünmesinde ayrılıkçı siyasetçiler kadar sorumluluk sahibidir. Benim için seninle Rauf Denktaş arasında hiç bir fark yoktur. İkiniz de bu ülkenin bölünmesine yardımcı oluyorsunuz.” Bu sözlerimin Likavkis’i çılgına çevirdiğini tahmin etmek zor değil. Hiç bir Kıbrıslı Rum, şeytanlaştıdıkları Rauf Denktaş’a benzetilmekten hoşlanmaz. Fakat şu da bir gerçekti ki, hayatını bu ülkenin bölünmesine adayan Rauf Denktaş’ın edimleri ile Kıbrıslı Türkleri görmezden gelen, küçümseyip aşağılayan Kıbrıslı Rumların edimleri aynı denize akıyordu. Hatta Rauf Denktaş’ın bu açıdan Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin yarattığı bir figür olduğu bile söylenebilir. Katıksız bir ayrılıkçı olan Denktaş’ı yaratan toplumsal olgulara baktığımız zaman, Türk milliyetçiliği kadar, Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türkleri görmezden gelmesinin, küçümsemesinin, kısacası, Kıbrıslı Rumların aşağılayan bakışın da etkili olduğunu görürüz.
Kıbrıs Rum medyasında boy gösterip tartışmalara katılmam ve sözümü esirgemeden düşündüklerimi söylemem, Kıbrıslı Rumlar arasında bana sempatiyle bakanların sayısını arttırıyordu. Milliyetçi aydınları çok öfkelendirsem de, sıradan yurttaşlar bana yakınlık gösteriyordu. Bunu tam olarak neye bağlayacağımı bilmiyorum ama sanırım Yunanca konuşmam ve “doğruları söyleyecek kadar cesur biri” olarak görünmem bunda etkili olmuştu. Özellikle orta yaş kuşağı açıkça dile getirmese de, 1960’lı yıllarda Kıbrıslı Türklerin kötü muamele gördüklerini biliyordu. İki tarafın geçmiş politikalarına dair eleştirel bir tavır sergilemem ve kimliklerin çoğulculuğunu vurgularken aynı zamanda Kıbrıs’ta ortak bir devlet fikrine bağlı kalmam, insanların kafasında çizilmek istenen imaja pek uyumuyordu. Üniversite ve şahsım etrafında sürdürülen tartışmalar yavaş yavaş lehime dönüyordu. Ünlü sosyologlardan Panayotis Persianis yıllar sonra, o dönemde yapılan tartışmalara ve Oliki Kipros adlı kitabıma gönderme yaparken, toplumların ortak çıkarlarına dayalı ortak devlet fikrimin Kıbrıs Rum toplumunda önemli etkisi olduğunu yazacaktı…
Kıbrıs Rum toplumunda sürdürülen tartışmaları yakından izleyen Denktaşçı entelijensiya ne diyeceğini bilemiyordu. Kıbrıslı Rumların “adamı” olduğuma, Denktaş’ın bir gazeteciye söylediği gibi, “Türklerin kuyusunu kazdığıma” o kadar inanmışlardı ki, üniversiteden atılmak isteniyor olmama veya Kıbrıslı Rum milliyetçileri ile kavgaya tutuşmama bir anlam veremiyorlardı. Ayrılıkçı rejimin ayrılıkçı aydınları Kıbrıslı Rumların beni “bir dönem kullandıktan sonra, suyu sıkılmış limon gibi attıklarını” ileri sürüyor, kimi de olup bitenleri ayrılıkçı amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışıyordu. Yazdıkları yazılarda Kıbrıslı Rumların “benim gibi bir Türk’e bile katlanamadıklarını”, bunun da “adada barış içinde bir arada yaşamanın imkânsız olduğunu” kanıtladığını ileri sürüyorlardı. Fakat yıllardan beri şahsıma karşı giriştikleri ithamların Kıbrıslı Türkler arasında etkisinin kırıldığını hissediyordum. Olayları takip eden ve beni Kıbrıs Rum televizyonlarında izleyen Kıbrıslı Türklerden sıcak mesajlar alıyordum. Tartışmalı, kavgalı ve benim için çok zor olan ortam yavaş yavaş iki toplumda da lehime dönüyordu. “Ankara’nın Adamı” veya “Rum Casusu” gibi yakıştırmalarının saçma olduğunu gören insanlar bana sevgiyle yaklaşıyorlardı.