Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com
Bir yılın daha sonuna geldik..2019 da bitti..
Zaman anlayışlarının farklılığı ve çeşitliliği içinde, bir yıl daha bitti derken, aslında biten sadece ölçülebilir süre olarak tanımlanan belli bir zaman dilimidir. Oysa zaman sadece takvim yapraklarından eksilen rakamlardan ibaret değil. Değil, çünkü zaman bitmiyor. Aslolan onun sürekliliği, hep geçiyor olması ama hiç bitmemesidir. Bitiyor olan, zamanın içinde yeni başlangıçları da içeren ya da tetikleyen olaylar, olgular, süreçler ve bütün bunlarla beraber tek tek bireyler olarak insanın fiziki varlığı. Oysa öyle büyük ve paradoksal ve bir o kadar da heyecan verici bir dinamizm söz konusu ki zamanın sonsuzluğunda. Hem geçmişe hem de geleceğe doğru bazen tekrarları içerecek olsa da değişkenlik ve çeşitlilik gösteren bir yoğunluk halinde akıp gidiyor. Kimi kendini tekrarlayan, kimi kendini aşan, bazen daha kötü, bazense daha mükemmel olarak yeniden yaratılan ve kurgulanan bir benzerlik, başkalık, farklılık ve yenilik. Benzerlikleriyle beraber müthiş bir farklılık ve değişkenlik gösteren serencam. Bu büyük ve bir o kadar da cezbedici karmaşadır ki insanın zamanla ilgisini ve ilişkisini inanılmaz bir maceraya dönüştürmekte. Dinler, bilimler, kültürler, uygarlıklar, medeniyetler, milletler, felaketler ve güzellikler hep orada. Ölçülebilen zamanın sınırlılığıyla, hep geçen ve hiç bitmeyen zamanın sınırsızlığında çoğalan, genişleyen ve derinleşen doğurgan bir sonsuzluk. Ürkütücü ve bir o kadar da uyarıcı ve yaratıcı. İşte içimizden ve üzerimizden hiç eksilmeyecek olan ve her an yüzleşmek zorunda kalacağımız zamanın ruhu..!
Zamanın çeşitliliği -çünkü her şeyin bir zamanı vardır- karşısında, Tanrının zamanının sonsuzluğu ile insanlığın zamanının sürekliliği arasındaki ilişkinin anlamlandırılması, belki de en yakıcı olanı. Tam da burada, birey olarak insanın Tanrıya boyun eğişinin ya da kendi sınırlı zamanının (ömrünün) Tanrının sonsuz zamanı içinde son bulacağına dair geniş kabulünün onu rahatlatıyor olması, yine de bu karmaşık ilişkinin düğümünü yeterince çözemiyor. Dinlere olan inancımız, ihtiyacımız ve oralarda bulduğumuz iç huzur, sınırlı sürelere hapsedilmiş ömürlerimizin zaman karşısındaki eksiklenmelerinden ve çaresizliğinden kaynaklanıyor en çok. Öyle ya, rüzgâr gibi geçip giden kısacık ömürlerimizin biz insanlarda yarattığı çaresizlik ve burukluk, Tanrının bitimsiz zamanında geçecek o sonsuz hayatlarımızın hayalleri ve inançlarıyla teselli olabiliyor ancak. Ne var ki bu büyük tevekkül de insana yetmiyor. Bunun içindir ki, bir yandan bilmediğimiz ama inandığımız Tanrının sonsuz zamanı içinde huzura erme fikri ile teselli bulurken; bir yandan da bildiğimiz -ya da bildiğimizi sandığımız- ama tam anlamıyla hükmedemediğimiz, ancak varoluşsaɬ serüvenimizi yaşamaktan da geri kalmadığımız kendi sınırlı zamanlarımızı, insanlığın sürekliliğinde ebedi kılmaya çalışıyoruz. Ne müthiş çeli͟şki, ne büyük maceradır bu..!
Unutmaya çalışsak da hepimiz belirli bir zaman ve mekâna bir süre sonra ölmek için doğuyoruz, ya da sadece ölüme doğru ve ölüme kadar yaşıyoruz. İşin hazin tarafı, sayılarla ölçülen (ölçtüğümüz) ve takvim yapraklarına yerleştirilen (yerleştirdiğimiz) zaman çıplak haliyle bize en sonunda ölümü gösteriyor ve sayılarla yüklü yapraklar, bir daha ve bir daha eksildikçe bizleri ölüme doğru biraz daha yaklaştırıyor. Kısa ya da nispeten uzun ama mutlaka sonlu. Bir gün bütün yapraklar mutlaka tükenecek. Tükenecek tükenmesine de hepsi bu kadar mı peki? Değil şüphesiz. Çünkü ölümlüler olarak aynı anda zamanın ve mekânın akışkanlığında ölümsüzlüğün peşinde de inadına koşuyoruz. Tanrının sonsuz zamanında tükenirken, insanlığın sürekli zamanında yaşamanın yollarını arıyoruz. İşte bir kez daha zamanın karmaşık ve bir o kadar da doğurgan ruhu. Bizlere neler anlatmıyor ki? Bütün iş onu anlayabilmekte, anlamaya çalışabilmekte, onun sonsuz akışında salt sürüklenen nesnesi olarak değil etkin öznesi olarak onunla ilişki kurabilmekte.
Zaman karşısında birey olarak insanın çaresizliği, en kestirme yoldan inanç temelinde zorunlu ve teslimiyetçi bir huzura dönüştürülse de, akıl denen ve insan varoluşunun o en güzel ve bir o kadar da azap veren ayrıcalığı o huzurla yetinmiyor ve ölümlü kaderine başkaldırmaktan da geri durmuyor. Sınırlı ömürler tevekkül yanında sınırsız hayalleri, sınırsız hayaller ise insan yaratıcılığını ve onun bitmez tükenmez arayışlarını sürekli besliyor. Neden’ler, nasıl’lar, niçin’ler insanoğlunun yüzleştiği zamanın her anında, her alanda ve her şeyde yeniden gündeme geliyor. Sorular yanıtları, yanıtlar yeni soruları, sonra yeni yanıtları ve yeni soruları yeniden ve yeniden gündeme getiriyor. Bu büyük sorgulama insanın varoluşsal karakteri ve anlam dünyası içinde ‘inanarak düşünmek’ ve ‘düşünerek inanmak’ biçiminde bir ikilem yaratıyor. Birincisinde ‘inanç’ aklı önceliyor (akıl inanca maruz kalıyor), ikincisinde ‘akıl’ inançtan önce geliyor (ama tümüyle inançlarını terk etmiyor, inançlarını çeşitlendiriyor). Bu dilemma zaman’la yüzleştiği anda ise kendi duruşuna göre zaman’ı (ve o zaman içinde ve zaman karşısında her şeyi) tarif ediyor. Ve bu zaman tarifi üzerinden olaylar, olgular ve süreçlerle ilişki kuruyor, onları yorumluyor, tanımlıyor ve nihayet kendi anlam ve zihniyet dünyasını oluşturuyor. Şöyle ki:
‘İnanç’ temelindeki zaman tanımı zamanı ‘Döngüsel Zaman’ yani ‘tekrarlayan’ bir süreç olarak; akıl (buna bilinç demek de mümkün) temelindeki zaman tanımı ise zamanı ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ akışında ilerleyen lineer bir süreç olarak (Çizgisel Zaman) kavramlaştırıyor. ’Döngüsel Zaman’ çok genel anlamda hayatın (ve tarihin) bir tekerrürden ibaret olduğunu, olayların birbirlerini tekrarlayan bir döngüsellik içinde cereyan ettiğini öngörürken, bu süreç içerisinde insanın iradesinden bağımsız ya da insan iradesinin son kertede boyun eğmek zorunda kaldığı büyük iradenin (Tanrısal İrade) varlığını öne çıkarıyor. Bu kavramlaştırmanın, Tanrı nefesi ile başlayan varlığımızın yine Tanrıda sonlanması şeklinde cereyan eden tekerrürünün ilâhi zemindeki karşılığı ile, yine aynı kavramlaştırmanın seküler alandaki ‘tarih bir tekerrürden ibarettir’ saptamasının döngüsellik temelinde buluşması, ilâhi olanla seküler olanın birbiriyle örtüştüğü (ya da birbirini tamamladığı) ortak bir anlam ve zihniyet haritası oluşturuyor. ’Çizgisel Zaman’ kavramlaştırmasında ise ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ akışında lineer bir çizgide ileriye doğru akan zaman anlayışı, insanın varoluşunu ilâhi zeminde maddi temelli evrimsel bir mantıkla izah ederken, seküler alanda ise sürekli ileriye doğru akan bir ‘değişim’ ve ‘dönüşüm’ü esas alıyor ve insanın iradesini (aklı) Tanrı iradesi karşısında bağımsızlaştırarak kendisi için bir güç olarak işlevselleştiriyor. Ve nihayet bu ikilem zaman ve dünya ile yüzleşirken anlam ve zihniyet alanlarımızda ideolojilere, düşüncelere, görüşlere, politikalara vb. yansıyarak ‘Muhafazakârlık-Modernlik’; ‘Gericilik-İlericilik’; ‘Sağcılık-Solculuk’ gibi karşıt ayrışımlar halinde kategorizasyonlara uğruyor ve olaylar, olgular ve süreçler karşısında kendine göre konumlanıyor. Artık durulan yere, bakan göze ve hâkim zihniyet yapısına göre anlam ve ilişkiler dünyası kuruluyor. Entelektüel yaratıcılık gelişiyor, siyasetler üretiliyor, kültürler tanımlanıyor ve zaman anlayışlarına uygun tanımlar, yorumlar, projeler ve projeksiyonlar gündeme geliyor.
Ölçülebilir zaman içinde tükenen ömürlerimiz, ‘Döngüsel Zaman’ ve ‘Çizgisel Zaman’ kavramlaştırmalarının kapsamında oluş(turul)an zihniyet farklılıkları ve çeşitlilikleri halinde geçmişten bugünlere (daha çok çatışarak) insanlığa dair bir süreklilik ve sonsuzluk olarak hem tarihselleşiyor (uygarlıklar-medeniyetler-kültürler, uluslar vs..), hem tarihsel bir bilinç oluşturuyor ve hem de sürekli bir güncellik ve sonsuzluk olarak yaşamaya ve insan(lık) adına yeni arayışların peşinden gitmeye devam ediyor. Zaman tekrarlıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor, çatıştırıyor ve uzlaştırıyor, biriktiriyor ve parçalıyor ama hiç bitmiyor ve hep geçiyor. Ve işte insan, ölümlülüğüne rağmen ve ona karşı direnerek zaman anlayışına göre, hiç bitmeyen bu dinamik akışkanlıkta, bir yandan kendi sürekliliğini yaratırken, bir yandan da geçmişten bugüne o zamanın zengin ve karmaşık ruhunu (doğru) okumaya çalışarak daha iyi gelecekleri arıyor. Bir yandan Tanrının sonsuz zamanında yaşayacağına inandığı huzuru ve mutluluğu tevekkül içinde beklerken, bir yandan da kendi zamanının sürekliliğinde daha iyi, daha güzel, daha mutlu, daha rahat, daha özgür yaşayabilmenin çabalarını sürdürüyor. Ancak şu da var ki tarihsel akışı içinde bu büyük macera, başarıları yanında büyük felaketlerle birlikte yaşandı/yaşanıyor ve bugün itibarıyla gelinen aşama da gelecek adına pek iyimser bir tablo sergilemiyor.
Ölçülebilen zaman dilimi bağlamında 2019 yılı da bitti. 2020 yılıyla birlikte ise ölçülebilen -ama yine bitecek olan- yeni bir zaman dilimi başlayacak ve yaşam kaldığı yerden devam edecek. Farklı dinler ve kültürler için farklı anlamlar ihtiva etse de, yeni yılı coşku içinde karşılamak, gelecek olan yeni yıla yönelik olarak iyi dilek ve temennilerde bulunmak, yaşanmakta olan bunca felakete rağmen hâlâ evrensel bir gelenek. Ölçülebilen zamanla ilişkili bu gelenek devam ede dursun, aynı anda içinde yaşadığımız (hiç bitmeyen) zamanın sürekli yeni felaketler üretmekte olduğu ve de bu karanlık tablonun sorumluğunun da bizatihi insanoğluna ait olduğu da inkâr edilemez bir hakikat. Bu hakikat ise evvel emirde yine insanoğluna, tekrarlayan, değiştiren, dönüştüren, çatıştıran ve uzlaştıran, biriktiren ve parçalayan ve nihayet tarihselleşip bir bilinç halinde aktarılan o hiç bitmeyen zamanla hesaplaşması, bir arada yaşamayı öngören zihinsel açılımlar ve pratik önermeler üzerinden ilişkiler kurması, bu bağlamda daha iyiye ve güzele doğru yeni anlayışlar ve yaklaşımlar sergilemesi gerektiğini hatırlatıyor.
Buradan bakınca yeni zamanlarda, insanın kendisi ve insanlık adına yeni başlangıçlara ihtiyaç olduğu çok aşikâr.
(*): Bu yazı 2004 yılı Aralık ayında ‘Zamanın Ruhu’ başlığıyla yayınlanan yazının gözden geçirilmiş halidir. Yazıda ‘Ölçülebilir Zaman’, ‘Döngüsel Zaman’ ve ‘Çizgisel Zaman’ kavramları, Ömer Naci Soykan’ın “Zaman’ın Kitabı”nda yer alan “Saatsiz Yaşanır Mı?” başlıklı makalesinden alınmıştır.