'AYLUGA OLAYI'NIN DİĞER YÜZÜ…
'Surlariçi-Ayluga Olayı'nın yarattığı etkiyi ve bu güne kadar pek de konuşulmayanları konuşmaya devam ediyoruz.
Geçtiğimiz yıl Lokmacı Barikatı civarında yaşanan olay ve Ayluga’da bu yıl yaşananlar aslında normal bir adli olay olmaktan çok farklı öfkelerden farklı negatif motivasyonlardan beslenen bir sürecin getirisi…
Buna 'Surlariçi'nden yani ‘içerden’ nasıl bakıldığını dünkü yazımda anlatmaya çalıştım.
Özetle yazımda Surlariçi’nde yetişen yeni bir neslin, sınıfsal bazı tepkileri-öfkeleri
biriktirdiğini, bunu da etnik temel kıskancında göstererek, aslında yoksulun bir üst sınıfa gösterdiği kızgınlığı 'Türkiyeli-Kıbrıslı' gerilimi çerçevesinde ortaya koyduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Gelim şimdi bu kez olayın "Kıbrıslı" tarafına bakalım.
Bu kez; Kıbrıslı Türkler neden deniz ötesinden gelen 'yabancıya' öfke duyuyorlar, bu kızgınlık ve çatışma halini neler besliyor, bunu tartışalım.
***
Hepimizin malumu, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin önemli bir kısmının Kıbrıslı Türklere yönelik
vesayetçi yaklaşımlarına ve kimi yöneticilerimizin onlar karşısındaki kayıtsız şartsız biat etme
tutumlarına içerleyen Kıbrıslı Türk “entelektüelleri”, çalışanları ve sendikacıları büyük bir öfke
içerisindedirler.
Bu öfke, bir yandan Türkiye’ye, diğer yandan da adaya çalışmak için gelen yoksul Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yönelmektedir.
Çalışanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin hazırladığı ekonomik paketler ve adaya gelen ucuz işçilik
dolayısıyla işsiz kalacaklarını, hatta göç etmek zorunda bırakılacaklarını düşündükleri için,
memleketin tuzu kuruları da, ülkedeki “sosyal ortam” bozulduğu, “sokaklarda bir tek Kıbrıslı Türk dahi göremedikleri” için şikâyetçidirler durumlarından…
Yani bu öfke-kızgınlık hali, yalnızca alt ve orta sınıflara değil, halkın tamamına aittir bir biçimde…
O hâlde sınıfsal bir temeli yoktur ve Kıbrıslı Türk olmak, bu öfkenin öznesi olmak için yeterlidir.
Aslında genele yayılan bu tepkinin beslendiği alan siyasettir, yöneten-yönetilen ilişkileri ve onun
sonuçlarıdır.
Surlariçi'nde yaşayan, gelişen yeni kültürün diğer gelir gruplarındaki bireylere gösterdiği kimi tepkiler etnik çerçevede sayılsa da aslında sınıfsal bir öfke olurken, Kıbrıslı Türklerin genelinde adı konmasa da yayılan ‘karşı öfke’ sınıfsal olmaktan uzak mikro milliyetçi bir dışa vurumdur.
Elbette bu tepkinin haksızlığını konuşacak değiliz.
Ve elbette böylesi tepki adres kimi zaman yanlış olsa da bir siyasi sürecin doğal sonucudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı vesayetçi yetkililerine, seçilmişlerimiz arasındaki iradesizlere, dayatılan
ekonomik paketlere direnmek Kıbrıslı Türklerin var oluş ve onur mücadelesinin vazgeçilmez unsurlarıdır.
Bu noktada benim kafamı karıştıran hiçbir şey yok.
Elbette genelleme yaparak böylesi bir öfkenin hepimizde olduğunu söylemiyorum.
Ancak yavaş yavaş artık ayyuka çıkan, fazlalaşan, her soruya-soruna cevap gibi gösterilen
“Yabancılar potansiyel suçludur” şiarı artık toplumsal meselelerimize sağlıklı çözümler üretmekten bizleri mahrum edecek boyutlara ulaşmıştır. Bakın, bu ülkedeki en vahşi cinayeti bir Kıbrıslı Türk işedi bundan birkaç ay önce! Hem de kendi öz evladının canına kıydı! Kıbrıslı Türktü! Kadındı! Anneydi!
Kendi kendine yalan söyleyerek avunan, kendini saf, temiz, suçsuz mağdur bir toplum olarak gören bu
anlayış özür dilerim ama hastalıklı bir anlayıştır.
Elbette adaya suç işlemek için gelen, kimlikle giriş sisteminin verdiği serbesiyetten faydalanan suç odakları vardır ve kimlikle giriş sorunu çözülmeden de bitmeyecektir.
Ancak deniz ötesinden gelen her şeyi (birey-iş adamı-yatırımcı-şirket) potansiyel suçlu, kendimizi 'bizi' ak-pak gören düşünce de normal değildir.
"74'ten önce neredeyse hiç cinayet yoktu" diye yapılan bir savunma var ki, dillere destan (!)
“Teşkilat” çerçevesinde hiçbir "milli" içerik içermeden işlenen suçları, cinayetleri nereye sakladınız siz?
Kıbrıslı Türkün, Kıbrıslı Türk’e yaptıklarından söz ediyorum.
Ne olur, kendimiz, "bizi" suç işlemez halde görmeyelim, geçmişi unutmayalım.
***
Kıbrıs Türk toplumu ve özellikle Kıbrıslı Türk solu çok uzun yıllar Türkiye egemen siyasetine karşı çok dirençli ve dirayetli ve uzun soluklu bir mücadele vermiştir, hiç kuşku yok.
Bu süreçte bazı geliştirilen dil ve o dönemin getirdiği kim olursan ol bizden ol anlayışı içerisinden partiler içerisinde belli başlı kadrolar evirilmeye başlamış ve Türkiye karşıtlığını birey/kişi karşıtlığına eşdeğer tutmaya başlamıştır, maalesef zaman içerisinde bu durum Kıbrıs solunun hastalığı haline gelmiş ve mikro milliyetçilik akımlarına yönelişler başlamıştır.
Her azınlık kendi kültürünün yok oluşuna yönelik olarak böyle bir refleks-tutum geliştirebilir, Kıbrıslı Türker'de çok uzun zamandır kendi kültürel varlıklarını tehdit altında görmekte ve son yaşanan TC yetkililerinin aşağılamalarıyla da birlikte haklı bir refleks-tutum geliştirmektedirler.
Peki bu nasıl mikro milliyetçilikten arındırılıp belli bir etnik nasyonal zırh bürünmeden, mücadele alanına çevirtilebilir bunun üzerine düşünmek gerek.
Çok zor olduğunu da idrak ederek... Neden zor?
Aslında sorun özünde Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında sağlıklı ilişkilerin oturtulamamış olması ve bundan kaynaklanan sorunların yarattığı tepkilerdir.
Buradaki birçok TC kökenli yurttaşın da KKTC’yi TC’nin bir alt yönetimi olarak idrak edip
(Kıbrıslı Türklerin hissiyatında ve dünyanın algıladığından farklı olarak) buranın sesinden çok
TC’den çıkan seslerden etkilenip ona göre reflekslerini geliştirmeleri anlamını taşıyor.
Her iki topluluk da bugüne kadar kendi ergin olamayışları yüzünden sorumludur.
Hal böyle olunca da “ortaklaşma” ve “birlikte mücadele” gibi aslında çağdaş ve kısmen sol anlayışa ilişkin değerler de hep havada kalıyor.
Çağdaşçılar bunu aşabilecek herhangi metodolojik hareket içine de girmeyince, kısır bir döngü haline geliyor ve karanlıkta mücadele etmeye devam ediyoruz.
***
Kıbrıslı Türkler negatif hissetmesi için birçok neden vardır, bunlardan bir başkası da gelecek
vizyonsuzluğudur.
Günün sonunda rotası belli olmayan bir gemide sürekli seyahat eden kişi psikolojisindedir toplum.
Memleketin “sağı” mevcut sistemin devamını, hatta “ilhakı” önerirken, sol siyaset de "Federal
çözüm hayali" dışında somut bir siyaset ortaya koyamıyor.
Ara ara yarım yamalak da olsa iktidar ortağı olan sol partilerin iktidarda bekleneni ortaya
koyamaması, emek, sivilleşme, demokratikleşme adımlarında yetersiz kalması, vesayete karşı verilen mücadeleyi bir toplumsal mücadeleye dönüştürememesi bu olumsuz düşünceyi besliyor.
Siyasi kısır döngüde beklediğini bulamayan toplumun diğer yandan nüfus olarak da başka bir ülke
nüfusunun altında olduğunu sürekli hissetmesi ve kendi vatanında sayısal azınlıkta olması maalesef algı ve tepkilerde mikro milliyetçi unsurları çoğaltmaktadır.
Bu salt Kıbrıs- Türkiyeli, Türk-Rum meselesi olarak değil, hayatın her alanda kamplaşmanın ve doğruyu tartışarak bulabilmenin yerine zıtlık ve varoluştan farklılık noktasına çekiyoruz ki, bu tartışmalar sonu bizi doğruya değil, üzüntüye ve kedere doğru sürüklüyor.
Toplum kendini bitmiş hissediyor ve buna karşı bir koruma kalkanı geliştirmiş, o kalkan da sadece “laf” aslında. “Bittik, tükeniyoruz, kaç kişi kaldık, yeycekler bizi”, söylemlerini yine aynı tarzda söylemlerle besliyor, büyütüyor ve reddedişçi bir ruha büründürüyoruz.
Ve duygusal reddediş siyasetleri-çıkışları da çözüm üretmiyor, günde kalıyor ne yazık.