“İnan sana değil kastım, cahille muhabbeti kestim”
Aşık Veysel
Kimi kelimeler o kadar bilindiktir ki, anlamı üzerine çok fazla düşünmeden kullanırız. Özellikle ırkçılık, milliyetçilik, mülteci, göçmen, eşitlik, ayrımcılık, ötekileştirme, cinsiyetçilik, yoksulluk, sömürü, kölelik gibi insan hakları bağlamında sıkça başvurulan tabirler bu grupta yer alır. Eğer kendinizi sol değerler üzerinden tanımlıyorsanız, bu kelimelerin bir o kadar daha ukalası olursunuz. Anlamlarını kimse sizden iyi bilemez, sizin adınız da asla onların yanında yer alamaz. Hâlbuki hepimizin çelişkileri olabileceğini kabul etmeliyiz. Ne de olsa yabancı düşmanlığı – ötekileştirme ve eşitsizliği temel alan bir sistem içinde yaşıyoruz. Ayağımız zaman zaman kayabilir ve yere kapaklanabiliriz. Bence bu noktada en önemli husus, her daim tetikte olmak ve kendimizle yüzleşebilme gücünü kaybetmemektir.
Geçtiğimiz haftalarda, yabancı öğrencilerin örgütlü bulunduğu VOİS isimli örgütün gündeme getirdiği ırkçılık tartışması, benim için zihin açıcıydı. Afrika (şimdiki Avrupa) gazetesinin logosundaki maymun resmi üzerinden yürütülen süreç, sonunda gazetenin değişikliğe gitmesine imkân tanıdı. Bence olumlu ve ileri bir adımdı. Ama o noktaya varana kadar yazılıp çizilenler, söylenenler aslında ırkçılığın ne manaya geldiğini pek fazla bilmediğimizi ortaya çıkardı. Beni rahatsız eden görüşlerden biri, bu ülkede en fazla saldırıya uğrayan bir gazetenin ırkçılık yapamayacağına dair duyulan inançtı. 22 Ocak olayları esnasında gerçekleştirilen eylemlerde birebir bulunan ve TC cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “soydaşlarımız ne yapacağını bilirler” sözleri ardına patlayan faşist saldırıya karşı duran biri olarak, elmalar ve armutların karıştırıldığını düşünüyorum. Bir kişinin veya bir grubun insan hakkı ihlâline ve şiddete maruz kalması, hiçbir zaman fail pozisyonunda olmayacağını garantilemez.
Ayrıca insan haklarına alanında kafa yoran biriyseniz, ırkçılığa – şiddete – ayrımcılığa maruz kalan kesimlerin dile getirdiği şikayetleri ve yürüttükleri mücadeleleri de kendi ağızlarından dinlemek ve analamaya çalışmayı öğrenirsiniz. Mesela bir kadın tacize uğradığını dile getiriyorsa, O’nun karşısına geçip “ama sen yanlış anladın, aslında ben hissettiğin şekilde davranmadım” diyemezsiniz. Eğer ortada bir suç varsa, tabi ki bunun kanıtlanması gerekir. Ama kimse O’nun adına konuşamaz. İşte bizde de bu yaşandı. Beyaz Kıbrıslı Türker, oturdukları yerden neyin ırkçı olup neyin olmadığına dair kendi kafalarına göre yorum yaptılar. Hem de karşılarına sunulan argümanlar (maymun kullanımı ve ırkçılığın tarihsel geçmişi) ortada iken, gözümüzü kulağımızı kapatıp kendi doğrularımız ile hareket ettik. Bu da yetmedi, olayın esas öznesi olan siyah öğrencilerle dayanışan hemşehrilerimizi de aşağıladık. Ne de olsa bize ihanet etmişler, yabancıların gereksiz hassasiyetini büyütüp ırkçılığa dair cahilliğimizi yüzümüze vurmuşlardı. Sonuçta konu tatlıya bağlandı ama ırkçılığın ne demek olduğunu öğrenebildik mi, emin değilim. Bu yöndeki eksikler sadece toplumsal algıda değildir. Ayrıca ırkçılıkla mücadeleye ilişkin veya ırka dayalı nefret söylemi gibi suçların düzenlemesi gereken mevzuatımızdaki eksiklikler vardır.
***
Ama onlar da kaçmasaydı (!)
Gelelim 9 Temmuz sabahı Yayla kıyısına dayanan ve mülteci taşıyan teknenin, polis kurşunuyla durdurulması meselesine. O günden beri Polis Teşkilatı’ndan bir açıklama beklememize rağmen hiçbir söz söylenmedi. En azından kendi içlerinde bir araştırma başlattıklarını öğrenseydik, bir adım atıldığını anlardık. Ama o da yok. Bugüne kadar :“Niye soruşturma açılsın ki, polis görevini yaptı, suçluları durdurmak için ateş açtı, kaçmasalardı” tadında pek çok cümle okudum. Konuyu mültecilere getirmeden önce bir hususa dikkatinizi çekmek isterim. Bir polisin yasa gereği kendisine sunulan bu yetkiyi, dilediği gibi kullanamayacağı, bunun belli aşamaları olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Eğer toplum olarak bu yetkinin kullanımının sorgulanması gerektiğini söylemezsek, yarın öbür gün hastaneye yetişmeye çalışırken trafikte sizi durduran polisin dur emrine riayet etmediniz diye tabancasındaki kurşunla tanışabilirsiniz. Tüm bunların önemini bilen yasa koyucu, Polis Yasası’nda “ateş etmenin” en son çare olduğunu açıkça yazmış ve öncesinde yerine getirilmesi gereken şartları sıralamıştır. İşte bu sebeple soruşturma yapılması gerekir. Sırf kaçtı diye (ki kaçıp kaçmadıklarını da bilmiyoruz- bu tek taraflı bir iddiadır), polisin bir kimseye ateş etme yetkisi yoktur. Meselenin tüm olguları birlikte değerlendirilmeli ve silahını ateşleyen polis memuru izahat vermelidir. Açıkcası siyasilerin de bu işin peşini bırakmaması gerekir. Daha önceden polis içindeki işkence iddialarına dair yürütülen araştırma komiteleri gibi bir yöntem, bu olay bazında da kullanılmalıdır. Ateş etme sonucunda bir insan canını kaybedebilir. Bu yüzden en temel insan hakkı olan yaşam hakkını göz önünde bulundurursak, yetkinin ne kadar ince elenip sık dokunması gerektiğini de fark edebiliriz.
Bu gibi ciddi hak ihlâli barındırma ihtimali olan bir fiillin, savaş ve zulümden kaçan insanların (7 tanesi çocuk -10 yaşında altında) başına gelmiş olması da ayrı bir konu. Aslında bu noktada sadece polise yüklenmek doğru değil. Çünkü Meclisten oy birliği ile geçirilen pek çok insan hakları sözleşmesi emretmesine rağmen, bir sığınma sistemi kurmayan – mülteci politikası üretmeyen yöneticiler de bu olayın sorumlusudur. Eğer mültecilik statüsüne yönelik ciddi bir mekanizma kurabilseydik, ne kendileri yasa dışı bir şekilde adaya giriş yapmaya çalışacak ne de iddia edildiği gibi insan kaçakçılarından medet ummak zorunda kalacaklardı. Çünkü biz bilsek de bilmesek de, siz bu satırları okurken bile dünyanın pek çok noktasında savaş ve zulüm devam ediyor, devam edecek. İnsanlar da hayatlarını kurtarmak için, aslında hiç kolay olmayan yollardan geçerek ülkelerini terk edip daha güvenli yerlere gidecekler. Tıpkı bizim atalarımızın, anne babamızın bu ada üzerinde deneyimlediği gibi. Biliyorum, çok acılar çekti bu diyarlar. Ama yalnız değiliz. O yüzden, kumdaki bencil kafalarımızı kaldırmalı ve bizden öte canlarla gökyüzünün sonsuzluğunda buluşmalıyız.
Yazının sonunda, bilgisizlik yanında hisssizliği de silmek adına Feriha Altıok’un dizelerini sizinle paylaşmak istiyorum.
“Orda vardı… burda vardı… her yerde
açlıklar acılar ağıtlar
paralar sofralar adamlar
ben yürürdüm
denizin kucağına parça parça
savrulan çocuklar vardı
çocukların oyunlarına tanklar
toplar uçaklar…
çocukların çocukluklarına
açılmıştı savaşlar
çocukların yurtlarına
yaralı oyuncakları kaldı…”*
*Feriha Altıok, “Yolum Sözün Bittiği Yere Kadardı”, uçurumlu mavi oda, khora yayınları.