BİZE AİT

Aliye Özsoylu: Yakınlık; bir dede ve bir torun ilişkisinin üzerinde nasıl dururdu sorusuna çok net şu cevabı verebilirim: Şık dururdu. Ve “yakınlık” dediğimiz duygu, bir torunu bir dedeye ancak bu derece âşık edebilirdi. Ben “dedeye âşık

 

Aliye Özsoylu
a_freedom1988@hotmail.com

 

 

“Bir mum yaktığım o akşam seni andım

Korkuyu savdığım her anı hatırladım

 

Gittiğin günden bugüne her şey aynı sadece

Çok özledim her kahraman gibi erken gittin

 

Gördüğüm en son ışık parıltı sendin

Hep parladın

Dinlendiğin o sarmaşık sonra soldu

Hep uçtun ateşe yakın”

                                  (Şebnem Ferah)

 

        

Yakınlık; bir dede ve bir torun ilişkisinin üzerinde nasıl dururdu sorusuna çok net şu cevabı verebilirim: Şık dururdu. Ve “yakınlık” dediğimiz duygu, bir torunu bir dedeye ancak bu derece âşık edebilirdi. Ben “dedeye âşık” olan torunlardanım. Ve kesinlikle “biz”; kuşaklar arası çatışmanın olduğu, yaşlılık ve gençlik döneminin çok sert bir şekilde dövüştüğü evreye örnek oluşturmuyoruz. Çok uzak gibi görünen ama aslında uzaklığı kendileri yaratan geçiş evreleridir yaşlılık ve gençlik… Toruna en zor geleni dinlemek olduğu için dedenin de anlatmaya hevesi kalmıyor bir süre sonra ve uzaklaşmaya başlıyorlar birbirlerinden. Ama aslında biz; bir deliyi bile dinlemeye sabretmeliyiz bana sorarsanız. Kaldı ki; dedeler çoğu zaman çok iyi deli taklidi de yaparlar. Yaşayış şekli; kafanın içindeki düşünceler, hayata bakış açısı, yenilen yemeklerin sınırlılığı ve sınırsızlığı, ölüme yakın olma hissi ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama serbestliği; bir torunun bir dededen çok da uzak olduğuna somut kanıtlardır. Ve bunları yakınlaştırmak ya da bunların varlığının olduğunu bile bile yakınlaştırmaya zorlamak “deli işi” gibi gelebilir. Ama delilik dediğimiz şey aslında aynı anda hem yaşlı hem de genç olabilir.

        

Hiçbir zaman “deliliğe” olumsuz bakmadım, uzak da durmadım, o yüzden onun gittiği güne kadar hep yaşlı bir deliyi usanmadan dinledim. En azından denedim. Size dinlediklerimi; “bizi” ve aslında biraz da “sizi” onun gözünden anlatmayı hep çok istedim. Neden şimdi? diye düşünebileceğinizi bilerek cevabını vereyim. Çünkü kalem elimde ve bir torun bir dedeyi en çok özlediği zaman güzel yazabilir.

         Çok kalabalık değildik biz aslında küçükken. Birkaç küçük torun ve bize o zaman çok da büyük gözükmeyen bir dedemiz vardı. Birçok şeyi kendimiz yapmak isterdik; beceremeyeceğimizi bile bile ısrarla yapmaya meyillenirdik. Yapamayacağımızı düşündüğümüz anda, bize gizliden yardım ederdi ama sonra pişmanlığımızla bizi baş başa bırakma akıllılığını gösterir ve onun üstesinden gelme cesaretini bize inceden aşılamaya başlardı. Doğru olduğuna inandığı “dedelik kuralları” vardı. Bunu ihlal edene ceza vermezdi ama torun; yanlış olduğunu öğrendiği zaman doğrusunu tek başına yapmak zorunda kalırdı. Bunun aslında bir ceza değil bir ödül olduğunu biz sonradan anlamış olurduk. Sonra “biz küçükler” biraz daha büyüdük ve başka kişilerle tanışmaya, arkadaş olmaya başladık. Sosyalleşmenin sadece okula gitmekten ibaret olduğunu düşündüğümüz dönemlerdeydik. Her şeyi ders kitaplarından öğrenebileceğimizi sandığımız, hangi konuda hangi fikre sahip olacağımıza anne-babamızın karar verdiği ve doğruyu öğrenmek için en uygun cezanın öğretmenler tarafından verileceğine inandığımız şaşkın ördek yavrularıydık. Ama evde bizi her zaman alışılmışın dışında farklı göllerde yüzmeye götüren bizden önce sosyalleşen ilk yaşlı arkadaşımız vardı. Yaşadığımız ülkenin bilinmesi gereken gerçeklerini ve gerçek yaşam öykülerini bize anlatan tarih kitabımız oydu. İnsanca sevmenin, her zaman insana öncelikli davranmanın ve hiçbir zaman hiçbirinden korkmamamız gerektiğini düşündürten, en önemlisi de insanca düşünmenin ne kadar önem arz ettiğini gösteren “hümanist” kişilik oydu.  Sonra biz çok daha fazla büyüdüğümüzü sandık. Okumadan, dinlemeden, öğrenmeyi reddederek, başka fikirlere saygı duymaktan vazgeçerek acelece yetişkin insanlar olmaya karar verdik. Sabırla bize üçüncü göz olmaya adadı kendini. Kendisi, bir görüşe körü körüne bağlı olduğu halde; bize; her fikre, her kafaya ve her insana farklı açılardan bakabilmeyi öğretti. Bunu ona öğreten biri olmadığı için başka fikirlere saygı duymayı insanları ayırt etmeme özelliğine sahip olarak, kendiliğinden öğrendi. “Her köyde bir evin olmalı” cümlesi; bize her garip ve kabul edilemez gelen insancıklarla karşılaştığımızda ilk sarf ettiği şeydi. Yorgun olduğu halde yorulmamış gibi davranıp bize yetişmeye çabalayan ve bizden de bir şeyler öğrenmeye hevesli sevimli de bir çocuktu. Çünkü “her zaman dedeler öğretemez biraz da torunları dinleyelim” diyecek kadar farkındalık sahibiydi. Algılamayı ve gözümüzü doğru tarafa çevirmeyi de söylediği bu sözü hep aklımızda tutarak keşfettik. Torunların gözünden bir dede böyle anlatılır diye düşünüyorum. Ve aslında hiç de uzak değilmişiz demeliyim. Ya da şöyle söylemeli belki de; bir dede sadece kafa okşayınca yakın olmaz torununa; kafasının içindekilere değer vererek de çok yakınında olmayı sağlayabilir. Ateşe yakın bir kahraman olabilir.

         Birini kaybedeceğini hiçbir zaman düşünmez insan. Çünkü gerçek anlamda birini kaybetmemiştir daha. Ama en zoru; birini kaybedeceğini çok önceden bilip bunu kabullenmeye hazır olmamasıdır. Aslında biz insanlar; hep alışkanlıklarımıza ağlarız. Sanılır ki gidene ya da kaybedilene matem tutulur. Gerçek şu ki; söz konusu birini kaybetmek olduğunda bile bencil davranırız biz. Çünkü onun yokluğuna alışamayacağımız hissi bizi üzer ve zaman geçip de onsuzluğa alıştığımızda üzülmeyi de bırakırız. Yaşadığımız sürece kaybettiklerimize hep bu duyguyla gözyaşı dökeriz. Bir dedenin büyüttüğü bir torun için onu kaybetmek de buna dâhildir. İhtiyacı olduğu için torun; giden dedeye hayıflanır. Ama dede giderken yüzüne bakar ve “ağlama, ben iyiyim” diyerek gülümser. Çünkü bazı insanlar hayata gelirken o kadar ağlar ki, etrafındaki herkes o nefes aldığı için mutluluktan sürekli kahkaha atarlar. Giderlerken de o kadar güzel gülümserler ki, o nefes alamayacağı için bir daha, etrafındaki herkes üzüntüden ne kadar gözyaşı döktüğünü düşünemez hale gelir. Bazı insanlar bu şekilde yaşarlar hayatlarını ve bu şekilde anlam verirler yanındakilere. Benim dedem böyleydi. Giderken neden gülümsediğini ona ihtiyaç duydukça daha çok anlıyorum. Ve anlıyorum ki; gülümsetmek; kahkaha attırmaktan çok daha değerliymiş. Ve gülümsemek; kahkaha atmaktan çok daha özel hissettiriyormuş.

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri