Ali Dayıoğlu
aldayfen@hotmail.com
Giriş
Bu başlık da nerden çıktı diye sorabilirsiniz. Cevaplayım. 6 Aralık 2013’te Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde çıkan olaylarda polisin ateş açması sonucu iki kişi yaşamını kaybetmiş, ülkemiz üniversitelerinde okuyan Kürt öğrenciler de bunu protesto etmek için 8 Aralık’ta Lefkoşa’da, Kuğulu Park’ta bir gösteri düzenlemişlerdi. Gösterinin sonlarına doğru Kürt öğrencilerle onlara tepki gösterenler arasında kavga çıkmış, bazı öğrenciler “vahim zarar”, “kasti zarar”, “polisi görevinden men” ve” ciddi darp” suçlamalarıyla önce gözaltına alınmış, sonra da tutuklanmıştı. Konuyla ilgili dikkatimi çeken husus, kavganın niye çıktığı, kimin haklı veya haksız olduğu değil, olayı sayfalarına taşıyan ulusal basınımızın ve polisin Kürt öğrencileri tanımlamak için kullandıkları ifadelerdi.
“Kürt” Demekten Kaçınan Kıbrıs Türk Basını ve Polisi
Bu ifadelerin neler olduğunu görebilmek için 9-19 Aralık 2013 tarihleri arasında yayımlanan “Kıbrıs”, “Yenidüzen”, “Havadis”, “Diyalog” ve “Kıbrıs Postası” gazetelerine bakmak yerinde olacaktır. Konuyu sayfalarına ilk taşıyan gazete olan Kıbrıs gazetesi, 9 Aralık tarihli nüshasında, gösteri düzenleyen Kürt öğrenciler için “Ülkemiz üniversitelerinde eğitim gören doğu kökenli bir grup öğrenci” ifadesini kullanmıştır.
Olaylar ve konuyla ilgili gelişmeler, Kıbrıs Postası gazetesi hariç, yukarıda adı geçen gazetelerin 10 Aralık tarihli nüshalarında yer almıştır. Kıbrıs gazetesi Kürt öğrenciler için, yine, “Ülkemiz üniversitelerinde eğitim gören doğu kökenli bir grup öğrenci” ifadesini kullanırken, “Yenidüzen”, “Diyalog” ve “Havadis” gazeteleri soruşturmayı yürüten polis çavuşunun mahkemede verdiği “Doğu kökenli yaklaşık 250 kişilik bir öğrenci grubu” ifadesini sayfalarına taşımışlardır. Görüldüğü gibi polis, Kürt sözcüğünü kullanmaktan imtina etmiş, onun yerine “Doğu kökenli” ifadesini kullanmıştır (Burada bazı gazetelerimizin masumiyet karinesini nasıl ihlal ettikleriyle ilgili küçük bir parantez açmak istiyorum. Örneğin, 10 Aralık tarihli bir gazetemiz “… 250 kişilik Doğu kökenli öğrenci grubu olay çıkardı… Otobüs taşlayarak, kendilerini engellemek isteyen görev başındaki polisi darp ettiği tespit edilen… isimli öğrenciler…” ifadeleriyle yargılama sonuçlanmamış olmasına karşın tutuklu kişileri suçlu ilan etmekte bir çekince görmemiştir. Halbuki, 8 Aralık’ta gözaltına alınan, ardından da tutuklanan ve haberde açık isimleri yazılan dört öğrenciden biri, yeterli şahadet bulunamadığı için mahkeme tarafından 16 Aralık’ta serbest bırakılmıştır. Ayrıca, 9 Ocak 2014 itibarıyla diğer zanlılar için nihai yargılama sona ermemiştir. Böylece masumiyet karinesi açık şekilde ihlal edilmiştir. Diğer bazı gazetelerin de konuyla ilgili gerekli hassasiyeti göstermediklerini belirtmek gerekmektedir.)
Asıl konumuza geri dönersek, 11 Aralık tarihli Kıbrıs, Havadis ve Kıbrıs Postası gazeteleri, Kürt öğrencileri “Doğu kökenli” olarak nitelendirirken, Yenidüzen gazetesi polisin Kürt öğrencileri “Doğu kökenli” olarak tanımladığı açıklamasına yer vermiştir. Yenidüzen gazetesinin 13 Aralık tarihli sayısında da konu benzer şekilde kaleme alırken, aynı tarihli Diyalog gazetesi, öğrencilerin etnik kökenlerine değinmek yerine “zanlı” ifadesini kullanmıştır. Havadis gazetesi 13, 17 ve 19 tarihli nüshalarında “Doğu kökenli” ifadesini kullanmaya devam ederken, 13 Aralık tarihli Kıbrıs gazetesinde bu kez “Ülkemizde eğitim gören bir grup Türkiye’nin doğu illerinden öğrenci…” gibi karmaşık bir ifadeye yer verilmiştir. 13 Aralık tarihli Kıbrıs Postası ise bu kez “Kürt öğrenciler” ifadesini kullanmıştır. Böylece Kıbrıs Postası, 9-19 Aralık tarihleri arasında incelediğimiz gazeteler arasında “Kürt” sözcüğünü telaffuz eden ilk gazete olmuştur. 17 Aralık tarihli Yenidüzen’de öğrencilerin etnik kökenine değinilmeden gelişmeler aktarılırken, yine aynı tarihli Kıbrıs gazetesi “Doğu kökenli öğrenciler” ifadesine geri dönüş yapmıştır. Olaylara karıştıkları iddia edilen öğrencilerin tutuksuz yargılanacaklarına ilişkin habere sayfalarında yer veren 19 Aralık tarihli gazetelerden Kıbrıs Postası bir kez daha “Kürt öğrenci” ifadesine yer verirken, Yenidüzen’de ilk kez “Kürt kökenli öğrenci” ifadesi kullanılmıştır. Kıbrıs gazetesinde ise bu kez öğrencilerin etnik kökenlerine değinilmemiştir.
Görüldüğü gibi, polis teşkilatı “Kürt” ismini kullanmaktan kaçınırken, basınımız da bu konuda epeyce “çekingen” davranmıştır. Bu da bize özellikle 1990’lı yıllara kadar Türkiye’de Kürt isminin kullanılmasını ve Kürtçenin konuşulmasını önlemek için alınan “önlemleri” ve uygulanan baskıları hatırlatmaktadır. Gelin, şimdi konunun kısa tarihçesine bakalım.
Konuyla İlgili Olarak Geçmişten Bugüne Türkiye’de Yaşanan Gelişmeler
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürt isminin kullanılması ve Kürtçenin konuşulması konusunda herhangi bir baskı söz konusu değildi. Bunun temel nedeni, imparatorlukların kimin ne konuştuğuyla, kendisini nasıl tanımladığıyla ilgilenmemeleriydi. İmparatorluklarda asıl önemli olan imparatora itaat etmek ve vergi vermekti. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu bakımından da geçerliydi. 1454’te oluşturulan “Millet Sistemi” uyarınca Müslüman milleti içerisinde yer alan gruplardan biri olan Kürtler, padişaha itaat ettikleri sürece kendi dillerini kullanmakta, kültürlerini yaşamakta vs. özgürdüler. Daha da ötesi, ilk kez 1157’de Selçuklu Sultanı Sançar tarafından Kürtlerin yaşadıkları bölge için kullanılan Kürdistan terimi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de varlığını sürdürmüştü. Bölgenin ismi, milliyetçi İttihat ve Terakki Partisinin iktidara gelmesinden sonra Vilayat-ı Şarkiye olarak değiştirildi. Sonra da, bilindiği üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu isimleri kullanılmaya başlandı.
Osmanlı’nın önce Balkan, ardından da Birinci Dünya Savaşını kaybetmesi ülkede Türk milliyetçiliğinin yükselişine neden oldu. Milli Mücadele’yi başlatan Mustafa Kemal Paşa’nın hedefi, Türk üst kimliğine dayalı bir ulus-devlet kurmak idi. Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele sırasında Kürtlerin desteğini alabilmek için “Türkiye Halkı” terimini kullanma yoluna gitti. Ayrıca, 1921 Anayasasının 11. maddesiyle illere özerklik verildi. Böylece Kürtler, çoğunluk oluşturdukları yerlerde kendi kendilerini özerk olarak idare etme hakkını elde ettiler. Mustafa Kemal Paşa, Anayasa’nın Kürtlere böyle bir hak tanıdığını Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısında açıkça dile getirdi. Mustafa Kemal Paşa şöyle demişti: “Anayasamız gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde o ilin halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.” (Baskın Oran, “Kürtlerin Özerkliği Meselesi”, Radikal İki, 4 Temmuz 2010).
1923’te Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla yeni devletin politikası radikal biçimde değişti. Bir Türk ulus-devleti kurma amacı çerçevesinde önce 1924 Anayasasıyla illerin özerkliği kaldırılırken, üst kimlik olarak da “Türkiyeli” yerine “Türk” kavramı kabul edildi. Böylece, Türkiye’de yaşayan alt kimliklerden biri olan Türk kimliği, aynı zamanda ülkenin üst kimliği haline geldi. Yine 1924 yılında Türklerle Kürtler arasında en önemli bağ olan Halifeliğin kaldırılması, Milli Mücadele sırasında oluşan birlikteliği yok etti. Bu gelişmelerin sonucunda din görünümlü bir Kürt milliyetçi ayaklanması olan Şeyh Said İsyanı patlak verdi. İsyanın güç bela bastırılmasından sonra Kürtlerin yaşadıkları yerler sıkı denetim altına alındı ve Kürtleri Türk üst kimliği altında asimile edebilmek için Şark Islahat Planı gibi raporlar hazırlandı. Bu raporlar doğrultusunda kamusal alanda Kürtçe konuşmanın yasaklanması, konuşanlara kelime başına para cezası kesilmesi, Kürtlerin Batı illerine sürgün edilmesi, Kürt yoğunluklu illere Türk nüfus aktarılması gibi uygulamalarda bulunuldu.
İdarenin bu“önlemleri” ikinci büyük Kürt isyanı olan 1930 Ağrı İsyanını körükledi. Türkiye Cumhuriyeti bunu, isyancıların kaçarak kurtuldukları İran topraklarındaki Küçük Ağrı Dağını fiilen işgal ederek önleyebildi. Bu durum İran’la gerginliğe neden oldu. Sorun, 1932’de Türkiye’nin Küçük Ağrı Dağıyla eş büyüklükte verimli bir tarım arazisini İran’a vermesiyle çözümlenebildi.
1930 Ağrı İsyanından sonra dikkatler Dersim’e (Tunceli) yöneldi. Bunun temel nedenini, Dersim halkının, yaratılmak istenilen etnik (Türk), dilsel (Türkçe) ve dinsel (Hanefi-Sünni) bakımlardan homojen Türk ulus-devletinden büyük farklılıklar taşıması (Zaza, Dımılî, Alevi) oluşturuyordu. Bu farklılıkları ortadan kaldırmak ve Dersim halkını asimile edebilmek için 1937’de askerî bir “tedip” (terbiye verme) harekâtı düzenlendi (Dersim Tedip Harekâtıyla ilgili olarak bkz. Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1992 s. 153-320). 1938’de tamamlanan harekât sonucunda çok sayıda kişi öldürülürken, birçoğu da Batı illerine sürgüne gönderildi. “Tedip” harekâtının bir diğer olumsuz sonucunu, öldürülen kişilerin kızlarının, asimile etmek amacıyla, subay ailelerinin yanına evlatlık olarak verilmesi oluşturdu (“İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları” belgeselini hatırlayınız.)
Dersim harekâtından 1959’a kadar Türkiye’deki Kürt hareketi uzun bir sessizliğe büründü. Bu tarihte Kuzey Irak’ta özerk bir Kürt yönetiminin kurulması, Türkiye’de illegal Kürt faaliyetlerini başlattı. 27 Mayıs 1960’taki darbenin ardından işbaşına gelen askerî yönetim, Kürt kimliğini ve milliyetçiliğini bastırmaya yöneldi. Bunun için de tutuklamalar, sürgünler, köy adlarının değiştirilmesi gibi uygulamalarda bulundu. Bu dönem içerisinde konumuzla ilgili dikkat çekici bir gelişme, parti programında “Kürt Halkı” ifadesi kullanıldığı için Türkiye İşçi Partisinin (TİP) Ekim 1970’te bölücülükten kapatılmasıydı. Bununla birlikte, 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamı, Kürt kimliğini vurgulayan çeşitli yayınların çıkmasına ve örgütlerin kurulmasına olanak sağladı. Bu çerçevede, sol hareketten bağımsızlaşarak 1969’da kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) Kürtlük bilincini geliştirme misyonunu üstlendi (Buraya kadar aktarılan gelişmelerle ilgili daha geniş bilgi için bkz. Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. B., Ankara, İmaj Yayınları, 2001, s. 165-171).
12 Eylül 1980 darbesinin ardından işbaşına gelen askerî yönetim, Türk-İslam Sentezi vasıtasıyla Türkiye solunun yanı sıra Kürt milliyetçiliğini ve kimliğini de bastırmaya yöneldi. Bu çerçevede, Kürt kelimesinin, isimlerinin ve Kürtçenin kullanılması yasaklandı. Bunu meşrulaştırmak için Kürtlerin bir “Türk boyu” olduğu savı ileri sürülürken, Kürtçenin yasaklanması amacıyla da Ekim 1983 tarihli ve 2932 sayılı “Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun” çıkarıldı. Yasa’nın asıl ilginç yönü, Kürtçeyi yasaklarken Kürtçe kelimesini kullanmamak için dolambaçlı bir yol izlemesiydi. Buna göre Yasa’nın 2. maddesinde, “Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmî dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır” hükmü düzenlendi. Burada birinci resmî dil denilerek Irak’ın ikinci resmî dilinin Kürtçe olduğu göz önünde bulunduruluyordu. Türk devleti tarafından tanınmış olma koşulu ile de Irak’ta kurulabilecek bağımsız bir Kürdistan devletinin Türkiye açısından yaratabileceği tehlikeler önlenmeye çalışılmıştı (Bu konuda bkz. Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası (1980-2001), C. II, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 24).
Bu gelişmeler kaçınılmaz şekilde Kürt milliyetçiliğinin PKK vasıtasıyla ciddi bir etkinlik kazanmasına neden oldu. PKK’nın terör faaliyetleri Türk milliyetçiliğini daha da güçlendirirken, bu ortamda “Kürt” kelimesinin kullanılması imkânsızlaştı. Öylesine ki, Başbakan Turgut Özal Kuzey Irak Kürtlerini kastetmek için, “Güneydoğudaki vatandaşlarımızın Kuzey Irak’taki soydaşları” demek zorunda kaldı (Oran, Türk Dış Politikası, s. 24). Bu durumun değişmesi, Irak lideri Saddam Hüseyin güçlerinin kullandığı zehirli gazlardan kaçan Kürtlerin 1988’de sınırı geçerek Türkiye’ye sığınmalarıyla mümkün oldu. Bunun somut kanıtı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay’ın ilk kez “Kürtler” sözcüğünü telaffuz etmesiydi.
Devlet ile PKK arasında 1990’larda yaşanan “düşük yoğunluklu savaş”ın ardından 2000’li yıllarda Kürt sorununun terörden öte bir kimlik sorunu olduğunun kabul edilmesiyle yukarıda aktarılan baskılardan yavaş yavaş vazgeçilmeye başlandı. Konuyla ilgili en önemli gelişmeler, bilindiği üzere, 2013’te başlayan “İmralı Süreci”yle yaşandı. Bu çerçevede, Kürtlerin kimlik haklarının tanınması ve Kürtçenin kamusal alanda kullanılması yönünde önemli adımlar atıldı.
Sonuç
Türkiye’de gelişmeler bu şekilde seyrederken, Kıbrıs’ta Kürtlerin kimlik haklarının genelde görmezden gelinmesi, bırakın polis teşkilatını, yukarıda da aktarıldığı gibi basının önemli bir kısmının “Kürt” sözcüğünü telaffuz etmekten bile kaçınması, Kürt kökenli kişileri yabancılaştırmaktan ve toplumdan soyutlamaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Yapılması gereken, kendi kimliğimize saygı gösterilmesini istediğimiz gibi, bu insanların da kimliklerine saygı göstermektir. Aksi halde toplumsal barışı ve bütünlüğü sağlamak kolay olmayacaktır.