‘Blink’in Sesi Uzaktan Hoş Gelir!

‘Blink’in Sesi Uzaktan Hoş Gelir!


Gürkan GÖKAŞAN
gurkan.gokasan@gmail.com

Hayatımıza giren teknoloji, geldiği gibi bazı şeylerin de gitmesine izin verdi; bilerek, isteyerek veya habersiz. Biz de edilgen bir bekleyiş içinde, bu olanları sadece seyrediyoruz. Şikayet de ediyoruz ancak alışkanlıklarımız buna izin verdiği sürece bu şikayeti eyleme dökebiliyoruz.

Öyle çok büyük bir yaşım yok. 80’lerin ortasında doğup, 90’larda çocuk olup, milenyuma girerken dünyayı bekleyen kıyamet alametlerini gazeteden, dergiden okuyarak geçti yıllarım. Bir de 2000’e girdiğimizde dünya batacak, kıyamet kopacak, meteor yerküreye çarpacak, dev dalgalar hepimizi yutacaktı… olmadı. Aslında oldu da, dünyanın genelinde olmadı bu durum. En azından aynı anda olmadı. Senkron tutmadı diyelim.

Peki ya noldu? Obezite arttı, ikiz kuleler yıkıldı, Ortadoğu yakıldı, daha genç ölmeye başladık. Herkese aynı anda ulaşabileceğimiz yenilikler girdi hayatımıza ve sosyal medya adını verdiğimiz bir platform oluşturuldu. Biz de “e herkes burada madem, biz de kaydolalım!” dedik. Ben 2007’den beri ‘orada’yım mesela. ‘Orada’ olduğum için, ne kadar buradayım o ayrı zaten… İlk başlarda güzeldi hatta, hakkını yiyemem. Bunun hemen ardından ‘akıllı’ telefonlar çıktı ve yer yerinden oynadı. Bir de öyle dudak uçuklatıcı fiyatlara satıldı ve halen satılıyor ki o telefonlar; cebinde sakız parası olmayan adam bile, ona sahip olmak için borç, harç gidip bir şekilde o telefona sahip oluyor. Yahu telefon neydi? Hani şu Graham Bell’in konuşmak için icat ettiği alet değil miydi?

Tamam, ben de kullanıyorum o telefonlardan ama, onun da dozunu iyi ayarlayamadığım zamanlar, kendi kendime diyorum ki: “Yahu, bu telefon olmadan önce ne yapıyorduk?” Ne mi? Çok basit! Telefon kullanmıyorduk, yüz yüze iletişimi tercih ediyorduk. Teknolojiye düşman değilim tabii ki; ama bu sosyal medya kullanımı ile birlikte artan asosyalleşmeyi de hazmedebilecek kadar iyi bir bünyem yok. Bugün hangi ortama girerseniz girin, ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Sadece bunu görebilmek için, ‘akıllı’ telefonunuzu bir süre kullanmayın ve insanları gözlemleyin. İlk 5 dakika herkes birbirine yüzeysel sorular sorup havadan sudan konuşur. Sonraki 6ıncı dakikada birinin telefonundan o ses gelir “blink!” ve işte o an oradaki herkes o telefona bakar önce… Sonra, kendi telefonunu kontrol edip, mesaj yoksa bile o siteden, sayfasını yenileyip durur. “Nasıl olur da halen bir mesaj, bir bildirim yok!” diye sitem eder. Sonra da “alışkanlık işte!” diyerek çok güzel savunuruz kendimizi. Aslında esas soru, bu alışkanlık mı yoksa bir çeşit bağımlılık mı?...

Bu alışkanlıktan da bir yere kaçamıyoruz işte. Mesela şimdi o sitedeki hesabınızı kapatmak isteyin, onu bile kapatamazsınız. Sadece hesabınızı geçici olarak dondurabilirsiniz. Tabii bir de bu hesabını dondurup bir daha kullanmayan insanlardan da bahsetmek gerek. Onlardan yeryüzünde çok az var ve insanlar onlara hayranlıkla bakıyorlar. Düşünsenize, orada ne olmuş ne bitmiş haberleri olmuyor. Sanallığı bir yana bırakıp, gerçek hayata dokunabiliyorlar. Hem de klavyeyle mouse ile değil, parmak uçlarıyla, hissederek…

Bu durumu çok da dramatize etmeden, ne demeye çalıştığımı özetlemek gerekirse; sosyal medya, bizi birbirimizden uzaklaştırmadığı sürece yararlı bir platform olarak değerlendirilebilir.  O küçücük kutucukların içine sığdırmaya çalıştığımız hayattan, daha gerçek bir hayat dışarıda bizi bekliyor. Şimdi size son bir soru soruyorum; herkesin sosyal olduğu ‘o’ platformun dışında kalmak mı, yoksa elinden telefonu düşürmeyip, her anını orada insanlarla paylaşmak mı kişiyi asosyalliğe iter?

Üçüncü bir alternatifi aramakta fayda var belki de…

Dergiler Haberleri