İbrahim Beyazoğlu
ibrahim.beyazoglu@gmail.com
Hocam Bekir Azgın’a ...
Anlatılar, insan hayatıyla el ele, günümüze vasıl olmuştur. Bizler yaşadıklarımızı paylaşmak, başkalarını eğlendirmek ve dikkatlerini dağıtmak ya da biz kendimiz eğlenip kafa dağıtmak için hikaye anlatırız. Hem psikolojik hem de fiziksel sağlığımız için hikayeler anlatıyoruz. Hikaye deyip geçmeyin. Hikayeler belki de elimizdeki en varoluşsal iletişim olanağıdır. Şehrazat’ın zaviyesinden, Binbir Gece Masalları can kurtarandır.[i] Evet, hikayeler bu anlamda bazen insanın hayatta kalmasını sağlar. Hikayelerle önce gerçekliği yaratır, sonra da hayata tutunuruz. Bu bakımdan anlatılar dünya ile ilişkimizi belirler, yaşamımıza ve dünyamıza anlam kazandırır. Anlatısal gerçeklik, hayata katlanma, içinden çıkılmaz durumlarla başa çıkma mekanizması, hayata tutunma stratejisidir. Geleceğe dair korku ve belirsizlik hasıl olduğunda hikayeler bize duygusal güç verir. Hikayeler sayesinde, “ben”den daha büyük bir “biz” tayayyülünün parçası olmakla teselli buluruz. Kafası karışmış ve yönününü şaşırmış vaziyette el yordamıyla ilerlerken bizi yönlendirecek referans çerçevesini yine hikayeler sağlar. Yeri geldiğinde hikayeler ahlaki referans noktasıdır. Dahası, birazdan göreceğimiz gibi, hikaye anlatarak, kendimizi başkalarıyla iletişime sokar ve geleceğe açarız. Dahası, anlatılar sayesinde sürekli şekil verdiğimiz fizyonomimizi başkalaşıma uğratırız[ii].
Boccaccio, 1353’te kraliçenin isteği üzerine yazdığı Decameron’da Floransa’daki Veba Salgınını anlatır. Veba salgını, Boccaccio’nun tabiriyle, “tıpkı yanı başındaki kuru, yağlı nesnelerle beslenen bir ateş gibi” 1348 yılında tüm Floransa’yı kaplar[iii]. İnsanın kanını donduran Veba manzarası Giovanni Boccaccio’yu derinden sarsar. Çünkü insanlar yaşama umudunu kaybetmeye başlamıştır. Herkes birbirinden kaçar, komşu komşuya sırt çevirir. Salgın erkeklerin, kadınların yüreklerine öyle bir korku salar ki, kardeş kardeşten, amca yeğenden, evli çiftler birbirinden kaçar. Bu içler acısı tablo bir yandan ne kadar tanıdık, değil mi? Yardım edilse iyileşmesi muhtemel birçok insan kendi başına bırakıldığı için ölüp gider. Orada burada insanlar düşüp ölüyorlardı; “ama insan gibi değil, hayvan gibi”[iv] diye yazar Boccaccio. Decameron, Boccaccio daha hayattayken ona ün getirir. Covid-19 salgını Boccaccio’nun şahit olduğu yıkım kadar vahim[v] değil. Yine de Decameron[vi], pandemi günlerinde istifade edilmesi gereken ipuçları — mesafe, hijyen, moral ve meşgale — sergilemesi bakımından enikonu zengin. Boccaccio’nun bir filozof edasıyla verdiği şu öğüt pekala günümüz havasına uyar: Madem ki “yeryüzünde her ne varsa geçicidir, ölümlüdür”[vii], o zaman biz de “gönlümüzce yaşayıp, gülüp eğlenelim, aklın sınırları dışına taşmayan zevkler tadalım[viii]”. Özellikle ahlaki sorumluluğu göz ardı etmemek anlamında Boccaccio’nun okura yaptığı uyarı da aynı ölçüde bilgecedir; “sağlığımızı korumak için, başkalarına zarar vermeyecek her önlemi”[ix] almak. Yani bencil olmadan kendimizi düşünmek. Bu açıdan, Decameron asla sona ermez.
Bugün artık hikayelerin salgını önleyen — en azından salgın ve tatsız memleket aktüalitesi ile aramıza perde çeken — psikolojik değeri su götürmez: Decameron minvalinde, hikaye anlatıcılığı, korku, salgın ve ölümün insan zihni ve bedeni karşısında galebe çalmasına izin vermez. Boccaccio’nun da bize gösterdiği gibi, hikayeler —yedisi kadın üçü erkek — 10 kişiden oluşan brigata üyelerinin dikkatini salgından uzaklaştırdığı için yaşamsaldır[x]. Boccaccio’nun bulunduğu durum ve dönemin koşulları dikkate alındığında, hikayelerin psikosomatik sağlık üzerindeki olumlu etkisinden bihaber olması pek mümkün gözükmüyor. Bu anlamda, Boccaccio’nun hikayelerin gücüne dair tıbbi tavsiyeleri kulak arkası etmediğini iddia etmek mümkün. Boccaccio için hikayeler, kafa dağıtıcı ve eğlenceli özelliklerinden dolayı, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda somatik sağlığımıza da destek olur[xi]. Başka enteresan bir nokta ise, Kara Ölüm’ün başlangıcından yalnızca birkaç yıl sonra, hatırı sayılır miktarda tıbbi metinin — insanların kafasını dağıtıp onları eğlendirmesi ve moralleri yüksek tutma bakımından — hikayelere önem atfetmesi[xii]. Bu bakımdan, Decameron, yıllar geçtikçe, sadece retorik ilham peşindeki edebiyat tutkunları için değil, Veba'yla mücadelede toplumların kaygılarını teskin etmek için örnek alınan bir paradigmaya dönüşür. Kimi yazarlar, bu modeli, baş gösteren salgınlarla başa çıkabilmek için muteber bir reçete telakki edip taklit ettiler [xiii]. Dolayısıyla, temiz havada eğlenceli öyküler anlatarak güzel vakit geçirmenin insanı yenileyici özelliği vardır [xiv]. Decameron’un anlatıcı kahramanlarından Elissa’nın tam üzerine bastığı gibi eğer “sağlığımızı düşünüyorsak, dinlenmeye gittiğimiz yere üzüntü, sıkıntı götürmemek için her önlemi almak zorundayız” [xv]. Örneğin, Decameron’un bir diğer anlatıcısı Pampinea, hikaye anlattıkları sağlıklı atmosferin felaket tellalları yüzünden bozulmaması için hizmetçilerin şehirden kötü haberlerle dönmelerini yasaklar[xvi]:
Her birinin uymasını istediğim bir ilke var: Bizi hoşnut etmek istiyorlarsa, nereye giderlerse gitsin, nereden gelirlerse gelsinler, ne görürlerlse görsün, ne işitirlerse işitsinler, bize yalnızca iç açıcı haberler getirsinler[xvii].
Dahası ve belki de en önemlisi Decameron karakterlerinin Kara Veba’nın kırıp geçirdiği Floransa'dan kaçması hem hastalık korkusunu zihinlerden kovma hem de bu sayede Veba’nın üstesinden gelme metaforu olarak da okunabilir[xviii]. Sözün kısası, “hikaye anlatmanın hayat veren gücü”[xix] azımsanamaz. Burada kısa bir parantez açmak gerek; tebdil-i mekanla gelen ferahlığın — “bir gün bir yerde, bir gün başka bir yerde[xx]” konaklamanın— en az hikayeler kadar insan bünyesini toparlayan bir potansiyel barındırdığı birçoğunuzun malumudur.
Giovanni Boccaccio
Hareketli bir hayat yaşamış Boccaccio, 1313’te Floransalı bir tüccar ve kimliği belirsiz Fransız bir hanımın “gayri meşru” ilişkisi sonucu — Paris veya Floransa’da — kentsoylu bir ailede dünyaya gelir. Görünüşe göre Boccaccio’nun doğumu hakkında ileri sürülen rivayetin bini bir para. Annesinin ölümü üzerine, Boccaccio babasının yanına Floransa’ya döner ve hukuk öğrenimine başlar. Ticaret öğrenir. Daha sonra Napoli’ye gider. Bu dönem Boccaccio açısından belirleyicidir çünkü Decameron’da cirit atan bankacılar, komisyoncular, tacirler, seyyahlar, din adamları, askerler, korsanlar, zanaatkarlar ve şehir soyluları temelini yazarın Napoli deneyimlerinden alır[xxi]. Francesco Petrarca’nın eserlerini tanır. Yıllar geçtikçe Boccaccio kendisini eğlenceye kaptırır. Din ve din adamlarıyla başı hoş değildir. Keşişler için “rezil dünyanın yüz karası hepsi” der.[xxii] Safsatalara ve dogmatizme karşıdır. Sonraları kralın sarayında varlık göstermeye başarır. Hanedan mensubu Maria d'Aquino ile aşk yaşar. İlk eseri Filocolo [Aşk Hüznü] bu aşkın meyvesidir. Tabii bütün bunlar olup biterken, Boccaccio’nun eğitimini savsakladığını söylemeye gerek yok. Epey sonra, babasının ölümü üzerine, Floransa’ya döner ve oraya yerleşir. Floransa’da, o dönemin ruhuna damga vurmuş siyasi kargaşa, bankacılık ve ticaret hüküm sürmektedir. Para, artık — son zamanların yanlış moda tabiriyle — “paradigma değiştirici” bir etki yapmıştır. Bir yandan yazarken, politik çevrelerde boy göstermeyi ihmal etmez.
*
Giovanni Boccaccio ve Dante Alighieri Ortaçağ edebiyatının anıtsal iki yazarı kabul edilirler. Dante eserlerinde hayata neredeyse Gotik denilebilecek bir karamsarlıkla bakarken, Boccaccio'nun dünyaya açtığı pencere Dante’nin neredeyse tam tersidir. Boccaccio'nun hikayeleri hareketli, kaotik ve alabildiğine renklidir. Bu hikayeler, Boccaccio’yu şoke eden veba atmosferi ile neredeyse tezat oluşturur. Decameron, iyimser bir gelecek vaat eder, insancıldır ve bastırılmaz bir yaşam sevinci aşılar. Nereden bakarsanız bakın, 10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden teşekkül eden Decameron, değişim içerisindeki bir çağın ilk elden tanıklığını yapar. Rönesans hümanizminin eli kulağındadır. Decameron bir anlamda geçiş dönemindeki bir toplumun ürünü sayılabilir. Olaylar yer yer rastlantının belirleyici olduğu bir ortamda cereyan eder ve “rastlantılar konusu, bitip tükenmek bilmez”[xxiii]. Denizciler, tacirler, zanaatkarlar, korsanlar, aşıklar ve soylular maceradan maceraya atılırlar. Anlatı yapısının bir ayağı Binbir Gece Masalları, diğer ayağı da tarihsel zemin üzerindedir. Anlatım tarzı basit ve doğal olmasına rağmen çarpıcıdır ve yer yer bize üslup dersi verir. Boccaccio, İtalyan düzyazı edebiyatını başlatandır da. Bu anlamda, Decameron’u, Latince yerine, günlük halk diliyle yazar. Hayranlık duyduğu şair Petrarca ile ölene kadar dost kalırlar. Gençlik yıllarının aksine, zaman geçtikçe, dindar bir hayat yaşar. 1375 yılında Certaldo’da ölür.
Ve Kıbrıs
Gelelim Boccaccio’nun Kıbrıs bağlantısına. Boccaccio’nun dünya edebiyatına armağan ettiği Decameron’da Kıbrıs lafının geçmesi, metinlere Kıbrıs’ı merkeze alarak yaklaşan okurlar için enteresan bir deneyim sunabilir. Lefkoşa ve Mağusa’nın, Boccaccio tarafından Decameron’a konu edilmesi, Ortaçağ Kıbrıs’ının günümüz Kıbrıs’ı kadar sıkıcı ve tekdüze olmayabileceği yönünde bir işaret olarak da okunabilir. “Lüzinyanlar’dan sonra Kıbrıs’ta hayat yok” diyen dostum aklıma geliyor. En azından, tarihsel açıdan, Akdeniz’deki gelişmeler göz önüne alındığında, adanın hepten marjinal bir konum işgal etmediğne dair kuvvetli bağlamsal deliller mevcut.
Anlatılan hikayelere göre Kıbrıs’ın toprakları verimli, tahılı bol, şarabı ünlüdür. Birinci Haçlı seferinde, Fransız Baron Godefroy de Bouillon, Kudüs’ü ele geçirir. Böylece, Kıbrıs, 12. yüzyıldan itibaren dini görevlerini ifa etmek için Kutsal Topraklar’a giden Hristiyan hacılara ve askerlere geçici ev sahipliği yapmaya başlar. Hatta bir süre sonra, ada yeni Kutsal Topraklar telakki edilir. Kıbrıs, artık, Haçlı seferlerinin harekât merkezidir ve militarist motif çok baskındır. Ada kralları Haçlı seferi fikrini canlı tutanlardır. Varsıl addedilen Lüzinyan yönetimi süresince adadan “Kıbrıs Soyluluğu” diye bahsedilir. Bu herhalde Frankların soyluluğudur. Zira, anlatılara bakacak olursak, ticarete de ibadet gibi bir önem verilmekte. Kıbrıs artık ticaret ağı kurmaya dayalı bir yer ve birçok kültürün bereketli bir kesişme alanıdır. Frank aristokrasisinin de bunda önemli payı vardır tabii. Özellikle gezip görenin bilginin efendisi olduğuna inanılan zamanlarda, Akdeniz, hatta Avrupa’nın diğer köşesinden gelen tüccar ve maceraperest seyyahlar yanı sıra, Kıbrıs’ın, suçlular, serseriler, yolunu şaşıranlar, “tuhaf” insanlar, kan davalıları ağırladığı zamanları anarlar. Şunu da biliyoruz: Muflonları avlamak için leoparları ehlileştirilmesi Lüzinyan zaman kesitine denk düşer.
Gaskonya soylusu hanım...
İşte bütün bu hikâyeler arasında birkaç tanesi var ki, Kıbrıs-merkezci okur açısından dikkate şayan addedilebilir.Bunların ilki Decameron’un ilk gününün dokuzuncu öyküsünde geçiyor. Kıbrıs’ta — bir Frank krallığı olan — Lüzinyan Hanedanı’nın hâkimiyeti sürerken, Fransız Gaskonya’sından soylu bir hanım Hazreti İsa’nın Kutsal Mezarı’nı ziyaret eder. Daha sonra, ülkesine geri dönmek için Kıbrıs güzergâhından geçmek zorundadır. Kıbrıs’ta konaklar. Gelgelelim, daha adaya adım attığı anda it kopuk takımı tarafından zorbalığa ve hakarete uğrar. Bu duruma içerleyen kadın başına gelenleri Kıbrıs kralına anlatmaya karar verir. Ama ada halkı onu uyarır. Böyle bir işe kalkışmanın zaman kaybından öteye gitmeyeceğini söylerler. Çünkü, Kıbrıs kralı o kadar aymazdır ki, Gaskonyalı kadının uğramış olduğu hakaretin öcünü alamaması bir yana, bizzat kendisine edilen hakaretlere bile ses çıkarmazmış. Hatta kafasına esenin saraya gidip kralı küçük düşürmesi vaka-i adiyedenmiş. Bu anlatılanları duyan soylu kadın iyiden umutsuzluğa gark olsa da en azından acısını ve öfkesini teskin etmek ve kralın aklını başına getirmek umuduyla saraya doğru yola çıkar. Gözyaşları içerisinde kralın önüne dikilir. Kendisine yapılan haksızlığın düzeltilmesi için gelmediğini, bunun yerine, kralın aşağılamalarla nasıl başebaşedebildiğini kendisine de öğretmesini rica etmek için huzurunda olduğunu söyler: “Bana göster ki kendimde de o katlanabilme gücüne sahip olayım. Tanrı şahittir, mümkün olsa, kederimi memnuniyetle size aktarırım. Çünkü siz bu hakaretlere rahatça katlanabiliyorsunuz.” Gaskonyalı hanımın ağzından çıkan bu sözlerle sarsılan kral içine düşmüş olduğu gaflet uykusundan uyanır. Hemen kadına eziyet eden kaltabanları cezalandırır. Kadının silkelemesi kral açısından önemli bir kilometre taşıdır. Zira o günden sonra şahsına karşı yapılan her türlü hakareti sert bir adaletle cezalandırır.
Prenses Alatiel
Decameron’un ikinci gününün yedinci hikâyesinde Babil[xxiv] hükümdarı Beminedab, kızı Alatiel’i Garbo kralına gelin gönderir. Fırtına yüzünden gemi Mayorka adasına sürüklenir ve kız Pericon de Visalgo adlı soylunun eline düşer. Alatiel’e hayran olan soylu onu misafir eder ve sevişirler. Sonrasında, Visalgo’nun kardeşi Marato, Visalgo’yu öldürüp kızı kaçırır. Fakat yolculuk esnasında geminin sahibi kıskanç iki Cenovalı, Marato’yu denize atar. Bu kez, iki kardeş Alatiel’le ilk kim sahip olacak diye birbirlerini bıçaklarlar. Kardeşlerden biri ölür, diğeri yaralanır. Bu esnada gemi Mora’ya yanaşır. Mora prensi kızın güzelliğinden haberdardır ve onu macera âleminden alıkoyar. Alatiel o kadar baştan çıkarıcıdır ki, prensin akrabası Atina Dükü kafayı Alatiel’le bozar. Dük ne pahasına olursa olsun onu elde etmek ister. Dük, akrabası Mora prensini uykusunda öldürür ve prensesi Atina’ya kaçırır. Yeni prens kardeşinin intikamını almak ordusuyla Atina’ya yürür. Bunun üzerine Atina Dükü hemen Bizans İmparatoru’ndan yardım ister. İmparator da oğlu Costanzo ve yeğeni Manovello’yu Atina Dükü’nün yardımına yollar. Ama bu kez Bizans İmparatoru’nun yeğeni Costanzo Alatiel’e âşık olur. Savaşı boş verip, prensesi Chios’a (İstanköy) kaçırır. Bizans İmparatoru’yla mütemadiyen savaş halindeki Türk İmparatoru İzmir’deyken olanları duyar ve soluğu adada alır. Prensesi Costanzo’dan alıp İzmir’e gider. Evlenirler ve aylarca yataktan çıkmazlar. Bunun üzerine Bizans İmparatoru Kapadokya Kral’ı Basano ile güçlerini birleştirip Türk İmparatoru’na saldırırlar. Türk İmparatoru Osbech, Alatiel’i arkadaşı Antioco’ya emanet eder. Bu arada Antioco ve Alatiel imparatorun gıyabında işi pişirirler. Osbech yenilir. Basano İzmir’e doğru yürür. Bunu duyan Antioco ve prenses arkalarına bakmadan Rodos’a kaçarlar. Rodos yolunda Antioco ölümcül bir hastalığa yakalanır ve ölmeden önce prensesi kaçarlarken tanıştığı Kıbrıslı bir tüccara emanet eder. Kıbrıs’a yelken açan tüccar da prensesin çekiciliğine yenik düşer ve Alatiel’in sevgilisi olur. Nihayet Kıbrıs’a varırlar ve Baf’a yerleşirler. Tacir, iş için Ermenistan’dayken, Alatiel Kıbrıs’ta bir zamanlar babasının maiyetinde çalışmış Mağusalı Antigono ile karşılaşır. Çok sevinir. Antigono, prensesi kurtarmak için soluğu Mağusa kralının huzurunda alır. Kral iyi birisidir ve kızı babasına kavuşturur. Alatiel bin bir zorluğa rağmen iffetini nasıl koruduğuna dair tek ayak üzerinde bir sürü yalan söyleyerek babasını kandırır. Kral çok sevinir. Kıbrıs kralını da unutmaz. Ona hediyeler yollar. Prenses, Garbo kralıyla evlenir ve Boccaccio’nun dediği gibi “sekiz erkekle belki sekiz bin kez yatan Alatiel, böylece kız oğlan kız gibi gerdeğe girip kendini krala kız oğlan kız diye kabul ettirir ve yıllarca mutlu bir yaşam sürer.” İşte bu nedenle “Dudak öpülmekle eskimez, Ay gibi yeniden doğar” der Boccaccio..
Cimone
Decameron’da beşinci günün ilk hikâyesi de Kıbrıs’a yer verir. Aristippo adlı adanın soylu adamının Galeso adında yontulmamış bir oğlu vardır. Hayvanca hareketleri yüzünden ona “koca hayvan” anlamına gelen Cimone lakabını takmışlar. Aşk kapıyı çalar ve Cimone, Efigenia adlı bir kıza gönül verir. Sonra olan olur. Yüreğine aşk ateşi düşen Cimone, zamanla akıllı, seçkin, sanatkâr ve yürekli bir savaşçı olup çıkar. Fakat, kız babasının isteğiyle Pasimunda adlı Rodoslu bir soylu ile nişanlanır. Efigenia, nişanlısının kendisi için gönderdiği gemiyle Rodos’a açılır. Bunun üzerine Cimone’nin gözünü kan bürür; “seni ne çok sevdiğimi göstermenin tam zamanı, Efigenia. Senin yüzünden adam oldum. Seni elde edersem, hiçbir tanrının elde edemediği bir başarı kazanmış olurum. Ya seni elde edeceğim, ya da öleceğim” der ve peşlerinden gider. Uzun çabalar sonucunda gemiyi yetişir. Gemideki Rodoslu mürettebatı alt eder ve Efigenia’yı kaçırır. Ancak Kıbrıs dönüşü Cimone’nin talihi tersine döner ve fırtına çıkar. Şans bu ya, gemi gerisin geri Rodos’a sürüklenir. Rodoslular Cimone’yi yakalarlar ve mahkemeye çıkarırlar. Rodos başyargıcı Lisimaco, Cimone’yi ömür boyu hapse mahkum eder. Ancak tam her şey bitti derken talih bir kez daha Cimone’nin yüzüne güler. Pasimunda, kuzeni Ormisda ile aynı gün evlenme hazırlıklarına başlar. Çünkü başyargıcı Lisimaco, Ormisda nişanlısı Cassandrea’ya aşıktır. Dosdoğru soluğu cezaevinde Cimone’nin yanında alır ve ona “sevgililerimize giden yolu açmak zorundayız” diyerek Cimone’nin kalbine dokunur. Cimone zaten böyle bir işe girişmeye çoktan razıdır. Lisimaco ve Cimone kafa kafaya verip düğün gecesi kızları kaçırırlar. Cimone, karşı koymak isteyen Pasimunda ve Ormisda’yı oracıkta öldürür. Hemen gemiye binip, sevinç içinde kaçarlar. Bu olay uzun yıllar Kıbrıs’ta ve Girit'te ağızdan ağıza dolaşır. Lisimaco ve Cimone’yse kendi ülkesinde uzun ve mutlu bir hayat sürdürürler.
Selahaddin Eyyubi
İlk öykümüz gibi, son günün dokuzuncu öyküsü de Kıbrıs ve Vaat Edilmiş Topraklar’ı konu edinir. Mısır sultanı Selahaddin Eyyubi 1099’da Haçlılar tarafından alınan Kudüs’ü 1187 yılında fetheder. Ancak Haçlıların Kudüs’ü geri almak için Üçüncü bir Haçlı seferi hazırlığında olduğu kulağına çalınan Selahaddin, Hristiyan soylularının savaş hazırlıklarını bizzat kendi gözleriyle görüp, önceden önlem alabilmek amacıyla, Avrupa'ya yola koyulur. Yanına birkaç tane cesur ve güvenilir adam alır. Tacir kılığındaki Araplar, Milano dolaylarında Messer Torello adlı bir soyluyla karşılaşır. Konuksever Torello tacir kılığındaki Selahaddin Eyyubi’yi misafir eder. Torello, aslında sanıldığından daha parlak ve mühim konuklarla karşı karşıya olduğunu hisseder. Ertesi sabah Torello misafirlerine kim olduklarını sorar. Selahaddin Eyyubi ise soruyu savuşturmak için;
“Kıbrıslı tacirleriz. İşlerimiz için Kıbrıs’tan Paris'e gidiyoruz” yanıtını verir.
Bunun üzerine Messer Torello da;
“Tanrı bizim ülkemizde de Kıbrıslı tacirler gibi insanlar yaratsaydı ne iyi olurdu” der.
Belki de o zamanlar Levanten halklar ve Avrupa nazarında Kıbrıs'a iyi gözle bakılıyordu. Ayrıca, tüccarlık faaliyetleri de o dönemin az çok gerçekçi bir manzarasını çizer. Salahaddin, Torello’yu çok sever. Eyyubi ülkesine döner dönmez, savaş kapıya gelip dayanmadan, gerekli önlemleri almaya başlar. Torello ise ağırladığı tacirlerin kim olduğunu anlamak için kafa yormasına rağmen, Boccaccio’nun anlattığı üzere; “öğrenmek şöyle dursun, gerçeğin yanına bile yaklaşamaz.” Savaş zamanı gelir çatar. Torello da Haçlı seferine katılır ama Akka’da esir düşer. Eyyubi esirler arasında dolaşırken Torello’yu tanır ve “Tanrı bana, onun gösterdiği konukseverliğe gönül borcumu ödeme olanağı veriyor” diye sevinip Torello’ya gerçek kimliğini açıklar. Eski dostuna sarılır ve onu serbest bırakır. Ülkesine dönmesi için ona yardımcı olur. Hatta Torello’nun sevgilisiyle yaşadığı probleme bile el atar ve ikilinin dostluğu baki kalır.
Boccaccio, İbelinli Balian ve Tapınak Şövalyesi Arn Magnusson
Torello ve Selahaddin hikayesi bizi enteresan bir noktaya getirir. Hikayedeki bu uğrak Cennetin Krallığı (2005) filminde karşımıza çıkan İbelinli şövalye Balian ve Eyyübi’nin komutanı arasındaki münasebeti andırır. Filmin başında, anlaşmazlık sonucu yapılan düelloda Balian söz konusu komutanın fedaisini öldürür ama Eyyübi’nin komutana zarar vermez. Komutandan Kudüs’e kadar kendisine rehberlik etmesini ister. Kudüs’e varınca, Balian atını Eyyübi’nin komutana verir. Komutan da ona bu yaptığının çok soylu bir hareket olduğunu ve namının Müslümanlar arasında alıp yürüyeceğini söyler. Komutan aslında Eyyübi’nin danışmanı olan yazar İmâdeddin el-Isfahani’dir. Gerçek ve tarihsel bir kişilik olan İmâdeddin filmde daha kurgusal ve savaşçı bir kişiliğe haizdir. Filmde gelişen olaylar sonucu Balian Kerak kuşatmasında Eyyübi’ye esir düşer ancak İmâdeddin Balian’ı hemen tanır ve onu özgür bırakır. Balian ilerleyen zamanlarda Kudüs savunmasında da Eyyübi’ye epey zorluk çıkarır. Ama şehir düşmek üzeredir. Artık şansı kalmadığını anlayan Balian hayatlarının bağışlanması ve güvenli bir geçiş karşılığında Kudüs’ün anahtarlarını teslim etmek için Eyyübi’yle müzakere eder. Selahaddin şerefli bir adamın, isterse en amansız düşmanı olsun, hiçbir isteğini geri çevirmezdi ve Balian da öyle bir adamdı[xxv]. İmâdeddin, Balian’ı uğurlarkenn Balian’a “atı beğenmedim al senin olsun” diye ona jest yapar.
Buna benzer bir hikâye örgüsü de — Cennetin Krallığı ile yakın zamanda izleyiciyle buluşan — Arn: Tapınak Şövalyeleri filminde karşımıza çıkıyor. İsveçli Tapınak Şövalyesi Arn Magnusson’un hikayesini anlatan bu 2007 yapımı filmde, Arn, kıyıcı bir haydut çetesini kovalarlarken rastladığı Eyyubi’nin hayatını kurtarır. Eyyubi de bu iyiliği karşılıksız bırakmaz ve Arn’a Kudüs’ten uzaklaşmasını tembihler. Çünkü, Eyyubi muazzam bir ordu ile Kudüs’e doğru çoktan yola çıkmıştır. Gelgelelim, bu orduyu durdurma görevi Arn’a verilir. Arn Eyyübi’nin ordusunu pusuya düşürür. Arn: Tapınak Şövalyeleri yazar Jan Guillou'nun İsveçli Tapınakçı Şövalye Arn Magnusson üçlemesinden beslenen epik bir film aslında. Peter Flinth’in yönettiği bu filmin senaryosu ise Hans Gunnarsson’a ait.
Özellikle Cennetin Krallığı’nda karşımıza çıkan oryantalist eğilimler ve olgusal hataları bir yana bırakırsak, her iki film de tema ve konsept açıdan birbirine yakın. Taşıdıkları unsurlar — kültürlerarası etkileşim, kültürel nezaket, minnet altında kalmamak, saklanan kimliğin ifşası ve kurtuluş — geçirgen. Acaba, Balian ve Imad ad-Din ya da Arn ile Eyyübi’nin arasındaki ilişki göz önüne alındığı zaman, her iki film ve Decameron hikayesi arasında metinlerarası[xxvi] bir referans söz konusu olabilir mi? Bu da başka bir yazının konusu olsun.
[i] Marafioti, Martin. (2018). Storytelling as Plague Prevention in Medieval and Early Modern Italy. London & New York: Routledge, s. 9-10.
[ii] Kuhns, Richard. (2005). Decameron and the Philosophy of Storytelling. New York: Columbia University Press, s. 57.
[iii] Boccaccio, Giovanni. (2003). Decameron. (Rekin Teksoy, Çev.). 6. Baskı. İstanbul: Oğlak Yayınları, s. 27.
[iv] A. g. e., s. 30, 33.
[v] Sadece kıta Avrupa’sında, takriben 1348-50 yılları arasında, 75 - 200 milyon insanın hayatına mal olmuş bir salgından bahsediyoruz.
[vi] Decameron’u gözünüze kestirmişseniz, özellikle büyük çevirmen Rekin Teksoy’un özenli çevirisinden kesinlikle şaşmayın derim.
[vii] Boccaccio, Giovanni. (2003). Decameron. (Rekin Teksoy, Çev.). 6. Baskı. İstanbul: Oğlak Yayınları, s. 45.
[viii] A. g. e., s. 37.
[ix] A.g.e. s. 36.
[x] Marafioti, Martin. (2018). Storytelling as Plague Prevention in Medieval and Early Modern Italy. London & New York: Routledge, s. 32.
[xi] A.g.e., s. x.
[xii] A.g.e., s. 7, 31-32.
[xiii] A.g.e., s. x.
[xiv] A.g.e., s. 7.
[xv] A.g.e., s. 39.
[xvi] A.g.e., s. 38.
[xvii] Boccaccio, Giovanni. (2003). Decameron. (Rekin Teksoy, Çev.). 6. Baskı. İstanbul: Oğlak Yayınları, s. 43.
[xviii] Mazzotta, Giuseppe. (1986). The World at Play in Boccaccio's Decameron. Princeton, New Jersey: Princeton University Press, s. 38.
[xix] Kuhns, Richard. (2005). Decameron and the Philosophy of Storytelling. New York: Columbia University Press, s. 15.
[xx] Boccaccio, Giovanni. (2003). Decameron. (Rekin Teksoy, Çev.). 6. Baskı. İstanbul: Oğlak Yayınları, s. 38.
[xxi] Avrupa’da türeyen tüccar profilinin burjuvazi sınıfı ve kent oluşumları ile ilişkisi için bkz; Pirenne, Henri. (2019). Ortaçağ Kentleri: Kökenleri ve Ticaretin Canlanması. (Ş. Karadeniz, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları. Pirenne, Henri. (2015). Ortaçağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi. (U. Kocabaşoğlu, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
[xxii] Boccaccio, Giovanni. (2003). Decameron. (Rekin Teksoy, Çev.). &. Baskı. İstanbul: Oğlak Yayınları, s. 586.
[xxiii] A. g.e., s. 118.
[xxiv] Mısır.
[xxv] Maalouf, Amin. (2009). Arapların Gözünden Haçlı Seferleri. (Ali Berktay, Çev.). 5. Baskı. İstanbul: YKY, s. 182.
[xxvi] Decameron metinlerarası dokuma açısından zengin nihayetinde. Bkz; Marchesi, Simone (2010). “Boccaccio’s Vernacular Classicism: Intertextuality and Interdiscoursivity in the Decameron”, Heliotropia 7, pp. 31-50.