Bohçalara sığdırılan hatıralar, sevinçler ve acılar, savaştan kalma göç hikayeleri...

Sevgül Uludağ

Bir bohçaya neler sığar, neler sığmaz?

Bir bohçaya onca hatıra nasıl sığdırılabilinir?

Bir bohçaya bütün göç hikayeleri, bütün hatıralar, bütün sevinçler ve acılar sığdırılabilir mi? Savaştan artakalmış hatıralar?

Rengarenk kumaş parçalarından elle dikilmiş bohçaları vardı annemin, her bir bohçanın içinde ne olduğunu çok iyi bilirdi...

Bu bohçaları ya önce iki yandan, sonra diğer iki yandan bir araya getirip düğüm atar, bağlardı ya da kumaş bağlamaya yeterli değilsa, o zaman bir ganca iğneynan ya da normal iğnelernan duttururdu kenarlarını ki bohça açılmasın... Ama daha çok düğüm atılmış bohçalardı bunlar...

Kimi bohçalarda danteller vardı, kimi bohçalarda kendi nur elcikleriyle örmüş olduğu dantel masa örtücükleri, kimi bohçalarda eski bir entari  ve o entarinin de bir hikayesi vardı mutlaka...

“Bak” derdi, “az daha yanıyordum, bu entari da o zaman karardıydı... Üstümdeydi bu entari...”

“Bu entari” dediği akşamüstü gökyüzü koyumtrak bir maviye dönüşürken – neredeyse mora yakın bir koyu mavi – işte o renk bir entariydi, manşetlerinde ve yakalarında siyah keten parçalardan süslemeler vardı... Bu entarinin göğsündeki düğmeler de siyah ama içi parlak birer kristal olan, elbiseyin üstünde ışıldayan, çevreye ışık saçan özel düğmelerdi...

Gerçekten de entarinin iç kısmında etekleri isten kararmış vaziyetteydi – islimden çıkan bir alev mi neden olduydu buna, geçmiş gün hatırlamam anlattıklarını... Sadece neredeyse yanıyormuş ve üstünde bu entari varmış, aklımda kalan bu işte...

BOHÇALARDAKİ HATIRALAR...

Annemin bohçalarında rahmetlik babacığımın eski gömlekleri da dururdu – gömlek yakaları da aynı bohçada olurdu...

Bir başka bohça vardı ki o bohçada da rahmetlik anneciğimle babacığımın ilk evlendikleri zaman yataklarına örttükleri mor ve sarı çiçek işlemeli atlas ve dantel yatak örtüsü ve bunun yastıkörtüleri dururdu...

Bir diğer bohçada rahmetlik babacığımın Lefkonuk’ta komşuları olan Mammu (Ebe) Aredi’nin babamın cehizi için işletmiş olduğu büyük masa örtüsü ve perdeleri dururdu... Bu perdeleri de, masa örtüsünü de ben o bohçalardan çıkarıp kendi evimde kullanacaktım yıllarca, ta ki kumaşlar epriyinceye ve dayanacak mecalleri kalmayıncaya kadar...

Yemek odasına açılan camlıkta iki kapılı, sade ama çok görkemli tahta bir dolap vardı, bu dolap bu bohçalarla doluydu...

Rahmetlik anneciğim dikiş dikeceği zaman mutlaka bu dolaba gider, içindeki bohçalardan eski ama yepizyeni gibi duran kumaşlardan veya düğmelerinden ya da ziplerinden yararlanıp bunları değerlendirir, inanılmaz entariler ya da etekler dikerdi bize...

İSMET YENGE’DEN, FATTUŞ TEYZE’DEN KUMAŞLAR...

Bu kumaşlar sanki hiç eskimezdi, çok kaliteliydiler, tiril tirildiler, sıyrıcaktılar – ipek kadifelerden tutun da satenlere, taftalara kadar her tür entari ya da kumaş parçası olurdu bu bohçalarda... Rahmetlik Hasan Dayımın sevgili eşi, Mavigözlüler’den İsmet Yenge da, teyzem Fattuş da, her zaman anneme çeşitli giysiler ve kumaşlar verirdi, onlar da bu bohçalara girerdi...

İsmet Yenge, pek çok Kıbrıslıtürk gibi Londra’da dikiş makinelerinin başında, dikiş dikerek, Hasan Dayımla birlikte ailesini geçindirmek için uğraşıp didinmişti senelerce... İsmet Yenge’nin verdiği çok güzel iplikler vardı ki bu iplikleri hala, yasemin dizeceğimde kullanmaya devam ederim...

Anneciğim İsmet Yenge ve Hasan Dayımın kaldığı Mağusa’ya gitmeyi çok severdi... Aniden karar verir ve bir haftalığına onlarda kalmaya giderdi... Fattuş Teyzemde kalmaya da giderdi bazan ama genelde onunla çok uzun süre kalamazdı çünkü Fattuş Teyzem biraz huysuzdu, bu yüzden birkaç gün içinde geri dönerdi annem ona gitmişse... Daha uzun kaldığı zaman, “İyi saatine denk geldi, bu defa daha iyiydi” diye anlatırdı... Fattuş Teyzem giyimine, kuşamına çok meraklıydı, ben küçükken Maraş’taki evde her kıyafetine uygun renkte dizi dizi potinleri olduğunu hatırlarım – en az 20-30 çift potini vardı... Bunlar son derece klasik, kısa topuklu potinlerdi, kimisi bej, kimisi açık yeşil, kimisi siyah, kimisi açık mavi potinlerdi... Fattuş Teyzem uzun boylu bir kadın olduğu için potinleri kısa topukluydu... O da, anneme artık istemediği entarilerini ya da paltolarını veya dikilmemiş kumaşlarından verirdi, anneciğim bunları da elden geçirmek üzere bu bohçalara koyardı...

Bohçalar bize geçmiş hayatlardan hikayeler anlatırdı – bir bohçada anneme annelik yapmış, anneciğimle ömrü boyunca ilgilenmiş, kendi çocuğu olmadığı için annemi ve kardeşlerini kendi evlatları gibi sevmiş olan Afet Teyzesi’nin giysileri vardı...

“Anne napacan bu eski şeyleri?” dediğimde, “Sen garışma bana, onlar rahmetlik deyzemin hatırasıdır” der ve kestirip atardı...

Ablamın çocuklarının bebeklik giysileriyle dolu bir bohçası bile vardı – rahmetlik Kut’un bebekken giydiği bir önlük veya İlciğin doğumgününde giymiş olduğu güzel bir bebeklik entarisi, hep bu bohçada dururdu...

“Belki bir gün lazım olur” derdi annem ve lazım olduğu zaman da bu bohçalara koşardı...

KAÇ-GÖÇÜN SİMGESİ BOHÇALAR...

Yurdumuz savaşlarla, savaşların acılarıyla, kaç-göçlerle bir tarihçeye sahip... İnsanlarımız kaç kez bohçalara birkaç parça giysi koyup evlerinden, yerlerinden göç etmek zorunda bırakılmışlar... 1950’lerde, 1960’larda, 1974’lerde hep göçmenlikle geçmiş toplumlarımızın hayatları... Kıbrıslıtürkler de, Kıbrıslırumlar da, yalnızca onlar da değil, Kıbrıslıermeniler ve Kıbrıslımaronitler ve Kıbrıslılatinler de bu acılardan nasibini almışlar. Onlar da evlerinden, yerlerinden kovulmuşlar – bohçalar bu göçleri de, kadınların her an bu gergin savaş halinde ilk başvurdukları, kapıp kaçmak zorunda kaldıkları çıkını da simgeliyor... Bu yüzden bohçaların kadınlarla ilgili derin bağlantısı var yurdumuzda... Hem cehizleri konmuş bohçalara, hem çarşafları, hem yastıkyüzleri, hem işledikleri danteller, hem de göç kapıyı çaldığında birkaç parça iç çamaşırı, çocukların birkaç giysisi sığdırılmış bohçalara... Kimi zaman bir çarşaf, bir bohçaya dönüştürülmüş telaşla... Kimi zaman bir masaörtüsü, bohça olmuş, içine en acil ihtiyaçlar doldurulup evden çıkılmış, çoğu zaman o eve bir daha geri dönülememiş... Savaşların simgesi gibi bohçalar ve göçmenliğin, bu savaşlar ve bu göçmenlik bölgemizde ve dünyamızda hala sona erdirilememiş, utanç içinde izliyoruz bütün bunları, insanlığımızdan utanıyoruz insanların hala savaşları sürdürmelerine ve yıkımlara, ölümlere, kayıplara, göçmenliklere yol açmalarına...

NİLGÜN GÜNEY’İN OLAĞANÜSTÜ SERGİSİ...

2-10 Kasım 2023’te Lefkoşa’da AKM’de açılan Nilgün Güney’in olağanüstü “Bohça” sergisi, bu kez Girne’de açılıyor...  Çok değerli ressam arkadaşımız Nilgün Güney’in “Bohça” adlı resim sergisi, 7 Haziran 2024 Cuma günü Girne’de, Girne Kütüphanesi’nde açılacak...

Nilgün Güney, sosyal medya paylaşımında, Girne’de açılacak sergisiyle ilgili şöyle diyor:

“Geçen Kasım ayında Lefkoşa'da Atatürk Kültür Merkezinde açılan 'Bohça' sergisi, gelen talepler üzerine, Kültür Dairesi’nin girişimiyle Girne'ye taşınıyor. Kültür Dairesi Müdürü Şirin Zaferyıldızı Zaimağaoğlu'na teşekkürler... Girne'deyseniz ya da yolunuz Girne'ye düşerse beklerim...”

KİMLİĞİMİZİ GERİ VEREN SERGİ...

Nilgün Güney’in “Bohça” sergisi geçen sene AKM’de açıldığı zaman, özetle şöyle yazmıştık bu sayfalarda:

“...Çok değerli arkadaşım ressam Nilgün Güney’in “Bohça” başlıklı olağanüstü resim sergisi bana bu eski dolabı, annemin bohçalarını düşündürdü... Bu sergideki resimleri tetikleyen giysilerden biri de annemin de, ablamın da, benim de giymiş olduğumuz eski bir kokteyl elbisesiydi... Gece mavisi – lacivert taftadan olağanüstü güzellikteki bu elbiseyi Nilgün’e verdiğimde, o da bunu tuvale monte ettiğinde, henüz bu sürecin başlarındaydı. Sonrasında o kadar olağanüstü şeyler yaptı ki eski kumaşlar, eski bohçalar ve eski giysilerle, sergiyi gezdiğimde gözlerime inanamadım da, inandım da... Çünkü Nilgün annesinin, teyzesinin, kendisiyle kızkardeşinin, yeğeni Övgü’nün giysileriyle, ninesinin gelinliğiyle, olağanüstü şeyler yaratmıştı... Bu sergiyle ilgili olarak Nilgün şöyle diyordu sosyal medya paylaşımında:

“Tuval üzerinde kolaj tekniğini kullanarak, geçmiş yıllardan kalma elbise, bohça, yemeni, tül gibi malzemelerle resimlerimi ürettim. Bu şekilde ada kültürünün yakın geçmişi gündeme geldi. Geçmişe ait gerçek elbiseler ve eşyalar kullanıldığım için resimler etnografik özellik de taşımaktadırlar. Resimler, elbiselerin eski sahiplerinin soyut bedenlerini oluşturdular.

Bohça sözcüğünün çağrıştırdığı çeyiz bohçası, düğün bohçası gibi olumlu duyguların yanında göç, yola düşme, kaçma gibi olumsuz duyguları da konu olarak işledim. Gündelik hayatı, giyilmiş, kullanılmış elbiselerle anlatmaya çalışırken, savaş ve göç yaşamış olan Kıbrıs insanını, sevinçleri ve acılarıyla tuvale aktarmaya çalıştım...

'Bohça' daha çok kadınla ilişkilidir. Bu konseptle, kadınların günlük yaşam, çeyiz, düğün dernek gibi etkinliklerdeki yerini irdelerken, savaşlarda yaşadıkları kayıplara ve acılara da dikkat çekmeye çalıştım. Mutlu ve mutsuz duyguları kadın imgesi üzerinden aktarmak istedim.

Resimlerde, kendi soyutlama tekniğimi kullanarak geleneksel olanla güncel olanı çakıştırdım. Kendi özüm olan gelenekselden evrensele geçiş yapmak istedim....” “Bohça” sergisindeki her bir kumaş, her bir giysi, her bir dantel, her bir bohça, her bir bale elbisesi öyküler anlatıyor bize, kendimize dair... Eprimiş, güveler kemirmiş de olsa, artık giyilmese de, parçalanmış olsa da, her bir giysi bizi biz yapan kimliğimizin parçası... Geçmişten gelip geleceğe uzanan düşlerimizin, acılarımızın, sevinçlerimizin, hayal kırıklıklarımızın ve umudumuzun birer yansıması bunlar hep... 

Umutsuzluğun ortasında ışıktır sanat... Nilgün Güney, Tanrılardan ateşi çalıp insanlara veren Prometheus gibi, umudu, unuttuğumuz bir ferahlığı, ışıltıyı, parçalanmış olsa da kimliğimizi bize geri veriyor... Çok teşekkürler Nilgün! Her zaman yaptığın gibi gene bizlere dayanma gücü verdin, mümkün olan en yaratıcı biçimde...”

KISKANANLAR OLMUŞTU...

Nilgün Güney’in bu olağanüstü sergisini kıskananlar, çekemeyenler olmuş, sosyal medya sayfalarında bu sergiye “laf sokuşturmaya”, “kara çalmaya” kalkışan sözde “sanatçılar” olmuştu geçen sene sergi açıldığında... Bu “kıskançlıktan” öfkelenenlerden bazıları dönüp kendi “çalışmaları”nı daha sonra benzer “konseptler”le “uyarlamaya” kalkışmışlardı...

Serginin böyle bir etkisi olmuştu ve ilerleyen aylarda bu etkiyi, bu etki nedeniyle yapılan kötü taklitleri de hep birlikte gözlemlemiştik – taklitler, “taklit” olarak kalmaya mahkumdu çünkü kalpten gelen, üzerinde düşünülmüş, çok emek verilerek ortaya konmuş eserler değildi bunlar...

Girne’deki sergiyi kaçırmayın derim...