Bölerek Yok Olmak, Birleştirerek Çoğalmak

Niyazi Kızılyürek

Oysa uzun yıllara yayılan bölünme politikası, bölünmenin yok olma anlamına geldiğini açıkça göstermiştir. Ağır bedeller ödeyerek yaşadığımız bölünme sürecinden ders alabilirsek, ülkenin birleşmesinin varoluşsal bir ihtiyaç olduğunu anlarız. Yok eğer geçmişten bir şey öğrenmemişsek, bölünme yolunda gerilemeye devam ederek yavaş yavaş yok olacağız...

Derin Devlet 1950’li yılların ikinci yarısında Kıbrıs’ta mesai yapmaya başladığında, Kemalist milliyetçiliğin belirlediği ilkelerin dışına taşarak, ya adanın tümünü ele geçirmeyi ya da ayrı bir Türk devleti kurmayı “esas gaye” olarak belirlemişti. Özel Harp Dairesi, Jön Türklerin Pantürkizm’inden sonra ilk defa Kıbrıs’ta yeniden hortlayan bir irredantizm örneği sergileyerek, TMT’nin ana hedeflerini bu yönde saptamıştı. Adanın bütününü ele geçirmenin mümkün olmadığı anlaşılınca, dört elle Taksim fikrine sarıldı.

Kıbrıs Türk liderliği ve Derin Devlet, ayrılma/bölünme fikrini ön plana çıkararak, iki toplumun bir arada yaşayamayacağını ileri sürmeye başladı. Bu tezi meşrulaştırmak için, Kıbrıslı Türklerin tehdit altında olduğu dile getiriliyordu. Yanlış ve asparagas haberlerle Kıbrıslı Türklerin “katledildiği”, ya da “katledileceği” söylentisi yayılıyor, Taksim olmazsa Kıbrıslı Türklerin adayı “terk edeceği” veya “yok olacağı” dile getiriliyordu.

 İki toplumun bir arada yaşayamayacağına dair ileri sürülen görüşler o kadar abartılıydı ki, koloni idaresi bile buna tepki gösterme ihtiyacı hissetmişti. Vali Harding, 12 Mayıs 1957 tarihinde Dr. Küçük ile yaptığı bir görüşmede, Dr. Küçük’ün Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların barış içinde yaşayamayacağına dair sözlerinin “tehlikeli” ve “tahrik edici” buluyor, bu görüşlerin “yanlış” ve “abartılı” olduğu kadar, toplumlararası şiddete de yol açacağını belirtiyordu.

Fakat Kıbrıs Türk liderliği, Taksimi hayata geçirmenin en iyi yolunun, iki toplumun bir arada yaşayamayacağını “kanıtlamakta” gördüğü için, bu yöndeki söylem, eylem ve provokasyonlara devam ediyordu. 1957 yılının sonunda resimli bir broşür hazırlayarak iki toplum arasındaki düşmanlığı 1902 yılına kadar geri götürecek kadar ileri gitmişti. Broşürde dile getirilen asılsız iddialar koloni idaresini rahatsız etmiş olacak ki, Dr. Küçük’e baskı uygulayıp broşürün dağıtılması engellendi.

Kıbrıs Türk liderliğinin “iki toplum bir arada yaşayamaz” tezi koloni idaresi tarafından abartılı ve dayanaksız bulunuyordu. Nitekim İngiliz yönetimi 1957 yılında Rumlar ve Türkler arasındaki ilişkilerin tarihçesini araştıran raporlar hazırlattı. Bu raporlarda, “Osmanlı egemenliği döneminde Türklerle Rumların uyum içinde yaşadığı, ne Türklerin Rumları, ne de Rumların Türkleri kültürel olarak asimile etme girişiminde bulunmadığı, Balkan Savaşları veya 1919-22 Türk-Yunan Savaşı’nın, İstanbul’da cereyan eden 6/7 Eylül Olaylarının Kıbrıs’ı pek etkilemediğinden” söz ediliyordu.

Raporda, iki toplum arasındaki ilişkilerde son iki yılda gerilim yaşandığına da yer veriliyordu ve bunun milliyetçi liderlerin tahriklerinden kaynaklandığı belirtiliyordu: “İki toplum arasındaki ilişkileri bozan, köylerde yaşayan kadınlar ve erkekler değil, küçük bir azınlık olan iki tarafın milliyetçi liderleridir.”

Özel Harp Dairesi, adayı bölme fikrini Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam ettirdi. Adayı kalıcı olarak bölmek ve ayrı bir Türk devleti kurmak “esas gaye” olmayı sürdürdü. Bunun için kâh provokasyonlara başvuruldu ve cinayetler işlendi, kâh Kıbrıslı Rumların Enosis yönündeki girişimlerinden yararlanma yoluna gidildi.

Nitekim 1963 yılının sonunda patlak veren etnik çatışmalar esnasında ayrı Türk devleti kurmak için harekete geçildi. Gelgelelim, bu girişim tam bir felaketle sonuçlandı. Ayrı devlet kurmak bir yana, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin dışına düşen Kıbrıslı Türkler, uzun yıllar kapalı gettolarda yaşayacaklardı.

Miladi 1974’ten hemen sonra, ayrı devlet fikrini nihayet hayata geçirmenin koşullarının oluştuğu düşünüldü ve önce Kıbrıs Türk Federe Devleti, bir süre sonra da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi. Ne var ki, uluslararası hukuka aykırı olan bu girişimler, Kıbrıslı Türkleri zor duruma düşürdü. Özellikle KKTC’nin ilanı Kıbrıslı Türklerin statüsünü güçlendirmediği gibi, toplumu dünyadan kopuk izole bir hayat yaşamaya mahkum etti.

Dünyanın görmediği ve dünyanın görülmediği bir coğrafyada yaşamak zorunda kalan Kıbrıslı Türkler, zaman içinde Türkiye’nin arka bahçesi haline getirilen bir coğrafya parçası üstünde varlıklarını koruyup sürdürebilme gailesiyle baş başa kaldılar.  

Adayı bölmenin Kıbrıslı Türkleri bu noktaya sürükleyeceği ön görülemez bir olgu değildi. Nitekim Kıbrıslı Türklerin umutlarını Taksime bağladıkları yıllarda, Taksimin ne anlama gelebileceğini önceden görenler vardı. Örneğin 18 Şubat 1957 tarihli Alithia gazetesi Kıbrıslı Türklerin zayıf ekonomik durumuna gönderme yaparak şöyle diyordu: “Kıbrıs’ın Taksimi halinde Türkler 30-40 sene zarfında yok olacaklardır.”

Başka bir uyarı da Enosise karşı çıkan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını savunan ünlü işadamı Nikos Lanitis’ten geldi. Lanitis, 1963 yılında kaleme aldığı bir yazı dizisinde Kıbrıslı Türklere dair şöyle diyordu: “Türkler Rumları bölünmüşlükle tehdit ediyorlar. Oysa adanın bölünmesi Türkler için Rumlardan daha büyük bir tehlike oluşturuyor, çünkü ya Türkiye ile birleşip Türkiye tarafından yönetilecekler ya da küçük bağımsız bir devlet olacaklar ki, bunların hiçbiri gelecek vaat etmiyor.”

Maalesef başa gelenlerden ders almayıp, bugün de Kıbrıslı Rumları kalıcı bölünmüşlükle

tehdit eden Kıbrıslı Türklerin sayısı az değildir. Türkiye ise irredentist hayallerin baskın olduğu bir dönemden geçiyor.

Oysa uzun yıllara yayılan bölünme politikası, bölünmenin yok olma anlamına geldiğini açıkça göstermiştir. Ağır bedeller ödeyerek yaşadığımız bölünme sürecinden ders alabilirsek, ülkenin birleşmesinin varoluşsal bir ihtiyaç olduğunu anlarız.

Yok eğer geçmişten bir şey öğrenmemişsek, bölünme yolunda gerilemeye devam ederek yavaş yavaş yok olacağız...