Sabah uyanıyorum.
İş yerime giderken adeta sırtımda ağır bir yük taşıyorum.
“Senelerin yorgunluğu” demek aldatıcı oluyor.
“Bilinmezlik” en fazla…
“Nereye doğru yol alıyoruz” sorusunu kendime yöneltmeye korkuyorum.
***
Sohbet ediyoruz dostlarla…
Birisini duyuyorum, salgının ilk gününden beri evinde oturuyor.
“Evinde, maaşını alıyor.”
Sağlık nedeniyle çalışamıyor.
Çok insan varmış böyle…
İnsan elbette herkese “sağlık” diliyor.
Ama eğer sağlığı çalışmasına engelse de sormadan edemiyor, “Engelli maaşıyla geçinenlerle tam maaş alanların arasındaki ince çizgi nedir?” diye…
***
Sanayide yalnızlık var.
Savaş sonrası böyle bir manzara mı acaba?
Yaşamak da istemiyorum asla!
***
Sokak köpekleri her yanda, şaşkın…
Bizim çocuklar çok iyi besliyor, çok seviyor sokak hayvanlarını…
“Hepimiz sokakta” duygusu depreşiyor.
Mutfaktan yemek kokusu geliyor, nefes alıyorum derin derin…
O koku hiç dinmesin diyorum, hiçbir evde, hiçbir işyerinde…
Aş, aşk, sağlıktır hayatın üçgeni!
Bir de özgürlük…
***
Peyami Safa, Yalnızız kitabında “Derin tesirler dilsizdir” demişti.
Halbuki hepimize, hele de sosyal medya küçüklü büyüklü iktidar alanı açtığından beri bir konuşma geldi, bir söylenme hali…
Hani dünyadaki yalnızlığımıza yanardık ya.
Şimdi dünya da bizle aynı yerde…
Ülkeler içinde kapandıkça kapandı…
Biz hem yalnızlığımıza yanıyoruz şimdi hem yabancılığımıza…
***
Güneş usulca sızıyor penceremin dibinden ve umutlarımızın dibe çöktüğü yerde parıldıyor ışıl ışıl…
Orkideler tomurcuklanmış yine…
İyi bakıyorum onlara, sulamakla kalmıyor, seviyorum…
Yeniden açacaklar…
Bahar erken gelmiş zaten…
‘Martcıklar’ geziniyor ortalıkla şubatta olduğumuzu bilmeden…
Yeniden hangi mevsimde ışıldayacak umutlarımız hayal edemeden…
Sabah yaz vardı, günlük güneşlik, akşama içimizi titreten bir soğuk…
Nereye yol alıyoruz, bu bölük pörçük ülkede…