Korona salgını esnasında bir refleks halinde içine kapanan “biz” gruplarının ortaya çıkmasına tanıklık ettik. Örneğin, Avrupa Birliği salgının başlangıcında çuvalladı ve birlik ve dayanışma kurumu olamadı. Her üye devlet “önce biz” dedi ve kendi yoluna gitti. Sonradan, iyi kötü bir toparlanma yapıldı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump çoktan beridir zaten“America first” diyordu.
Kıbrıs’ta da korona salgınına karşı alınan ilk önlem, geçit noktalarını kapatıp toplumların birbirlerine sırtlarını dönmeleri oldu. Bu tavrı eleştiren küçük gruplar ise büyük saldırı altında kaldı. “Öteki” topluma dair en küçük diğerkamlık duygusu sergileyemeyen çevreler, toplumlar arasında dayanışma talebinde bulunanlara aşağılayıcı sıfatlar taktılar.
Günümüzde diğerkamlık eksikliği, ötekinin acısına karşı duyarsızlık, demokratik çoğulcu “biz” ve “yurt” anlayışı yerine özcü-kimliksel “biz” ve yurt” anlayışlarının baskın hale gelmesi daha da yaygın hale geldi.
Aşırı ve popülist Sağ’ın sık sık dile getirdiği “biz halkız” sloganı bir yandan müesses nizamın yozlaşmış addedilen elitlerine karşı kullanılırken, diğer yandan da homojen bir milli kimliğe gönderme yapılarak bu kimliğin dışında kalanlar “yabancı” sayılıyor. Açıkçası, halk kavramı özcü bir kimlik üzerinden tanımlanıyor ve kökleri tarihin derinliğine uzanan “saf”, “pür” bir birlik olarak kurgulanıyor.
Popülist Sağ’ın bu söyleminde, çoğulculuğa yer yoktur.
Globalleşmenin hızına bağlı olarak giderek daha fazla yoğunlaşan yurt ve kimlik tartışmalarına baktığımız zaman, popülist Sağ’ın ve milliyetçilerin, etnik-merkezci kimlik hareketlerinin özcü bir kimliğe dayalı bir “yurt” ve yine özcü-kimliğe dayalı bir “biz” duygusu arayışı içinde olduklarını görürüz.
Bu eğilimleri tetikleyen ve teşvik eden unsurların başında, eşitsizliklerin büyüdüğü globalleşen dünyamızda yurt ve kimlik kaybı korkularının yaygınlaşması geliyor. Sosyal hareketlilik sonucunda toplumların nüfus yapılarının çoğullaşıp değişmesi, şehirlerin kozmopolit merkezlere dönüşmesi, orta sınıfların yurt ve konum kaybı korkusu, milliyetçiliğin kurguladığı özcü “yurt” kavramı ile özcü “biz” duygusunu adeta savunmacı bir refleks olarak harekete geçiriyor.
Popülist Sağ ve milliyetçiler zaten oldum olası evrensel dayanışmaya karşı çıkıyor ve cemaat içi dayanışmaya önem veriyorlar. Yurtlarının kapılarını dışarıdaki yabancılara kapatırken, içerideki yabancılara karşı da ırkçı tavırlar takınıyorlar. Empati duygusunu ve acıya karşı duyarlılığı sadece “kendinden” saydıklarıyla sınırlandırıyorlar.
Oysa insan toplulukları ne ontolojik olarak “homojen bir halk” oluşturuyor, ne de birileri için özel olarak ayrılıp çitilenmiş “yurt” denilen yerler vardır. Bunlar milliyetçilik çağında, milliyetçilik tarafından yaratılmış ve kurgulanmış kavramlardır. Bu yüzden “Ulusal Biz’in” sınırlarını veya kapsama alanını genişletmek her zaman mümkündür.
Evrensel boyutta bakacak olursak, önceleri kadınlar, siyahlar ve yoksul erkekler “Ulusal Biz” kavramından dışlanmışlardı. Ancak zaman içinde ulusa eklemlenmişlerdir. Günümüzde de “Ulusal Biz” kavramının sınırlarını genişletmek büyük bir ihtiyaçtır. Etnik azınlıkların tanınıp entegre edilmesi, göçmenlere ve mültecilere hak tanınması, toplumsal cinsiyet ayırımına son verilmesi, çoğulcu ve demokratik bir toplumsal düzen için elzemdir. Bunun için, ille de evrensel bir özdeşleşme veya dayanışmaya inanmanız şart değildir. Bu türden anlayışlara rağbet göstermeyen düşünürlerden Richard Rorty bile “ethnosantrizmin üzerindeki laneti kaldıran, (...) kendini genişletmeye, hep daha geniş ve daha renkli bir ethnos” yaratmanın önemine dikkat çekiyor.
Fakat maalesef gidişat tam tersi yöndedir. Bırakın “Ulusal Biz ‘in” sınırlarını genişletmeyi, tam tersine, bu sınırlar daraltılıyor ve daha fazla insan dışarıda bırakılıyor.
Günümüzde popülist Sağ, bir kurgu olarak dahi ulusun bütünlüğüne inanmıyor ve ulusları olduğundan daha fazla bölmeye çalışıyor. “Biz” dediklerinde, bundan ulusun bütününü anlamıyor ve aynı ulusun üyeleri arasında ciddi ayırımcılık yapılıyorlar. “Yerli ve Milli” olanlar, “Volksgemeinschaft’a” (halkın cemaatine) ait olanlar, kanıyla ruhuyla ulusun hakiki çocukları olanlar vs. bir yanda, yozlaşmışlar, kozmopolitler, dejenere olanlar vs. diğer yanda...
ABD, Fransa, Polonya, Macaristan bu türden bölünmüş uluslara örnek gösterilebilir. Fakat kanımca en çarpıcı örneği Türkiye oluşturuyor.
Türkiye’nin modernleşme sürecinde ülke içinde ayrı dünyaların oluştuğu biliniyor. Gelgelelim, hiçbir dönemde muktedir elitler son on yıldaki kadar bilinçli ve sertlikte ülkeyi “yerli ve milli” olan “makbul vatandaşlar” ile “makbul olmayan” vatandaşlar olarak bölmedi.
Dolayısıyla, bugün yapılacak seçimlerden sonra Türkiye’yi bekleyen en büyük sorun, ortak etik değerler ve demokratik haklar temelinde ortak bir “biz” duygusu yaratmaktır. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük meydan okuması budur!