ZAMAN
EMINE ŞEÇEROVIÇ-KAŞLI
Yıl 1993... Savaş tüm şiddetiyle devam ediyor, keskin nişancılardan saklanarak ilkokula giden bir çocuktum, Aliya ise gözümüzde kahraman, lider.
Bir gün okulumuza bir mektup geldi, mektubu öğretmenimiz okudu. Aliya bize, küçük askerlere, selam gönderiyordu. Çok fazla yoğun olduğunu, sık sık görüşmeler için yurtdışına da gittiğini ama ona rağmen çok yakında bizi okulda ziyaret edeceğini söylüyordu. Nasıl bir heyecan oldu hepimizde... Tarif edilemez. Birbirimize sarılıyoruz, hopluyoruz zıplıyoruz, bir koşuşturma sınıfta, sanki o an gelecek. Her ne kadar bizi sakinleştirmeye çalışsa da öğretmenimizde de aynı heyecanı görmek mümkündü. Bizimle çocuk olmuştu o an, sadece heyecanını bizden daha iyi saklayabiliyordu. Öğretmenim, Aliya'ya şiir okumak için beni seçmişti. Bir taraftan çocuksu gurur hissediyordum, diğer taraftan heyecanla karışık çekingenlik. Koskoca Aliya İzzetbegoviç'in karşısında ben durup nasıl şiir okuyacağım?
Günlerce saklandığımız bodrumda okuyacağım şiire çalışmıştım. Ağabeylerim ve annem kontrol ediyor, nerede nasıl vurgu yapacağım konusunda yardımcı oluyorlardı. Diğer taraftan, ne giyeceğimi de düşünüyordum. Savaşın da getirdiği milli duygularla beraber, yerel Boşnak kıyafeti giymeye karar vermiştim. Bosna'da “dimiye” dediğimiz; koyu pembe bir şalvar, beyaz gömlek, başımda altınlarla süslenmiş koyu pembe şapka ve beyaz eşarp. Bayram günüydü sanki, giyindim, heyecanla okula gittim. Sınıfta koşuşturma, sevinç, bekleyiş... Herkes süslenmiş, en güzel giysilerini giymiş, sınıftaki yerlerini almıştı. Masaların üstü de süslü, var olan kitap, defter, kalem düzenlenmiş, eller masanın üstünde, yürekler heyecanla çarpıyor.
Derken kapı çaldı. Aliya İzzetbegoviç ve oğlu Bakir İzzetbegoviç birlikte geldiler. Tam bir küçük ordu gibi, hepimiz ayağa kalktık, asker gibi selamladık Cumhurbaşkanımızı. O da karşımızda durdu, gördüğü manzara karşısında gülümsedi, hepimizi selamladı ve gözleriyle bizlere tek tek baktı. İçimizden bir arkadaş ona çiçek teslim etti, biri “Hoş geldiniz” diye kısa bir konuşma okudu ve ben... Sıra bana gelince, hem kendime çok güveniyormuşum gibi karşısında durdum, hem de heyecandan sesim yetecek mi diye korkmaya başladım. Onun bana bakıp gülümsediğini görünce, heyecan kayboldu, ona bakıp ezberlediğim şiirimi okudum.
“Sayın Cumhurbaşkanım, / Biz, en küçükler, / Gördüğünüz gibi / Sıraya giriyoruz / Ve söz veriyoruz; / Ülkemiz / Bosna-Hersek Cumhuriyeti, / Özgür ve haklı olanların ülkesi, / Çocuk oyunlarının ve / Özgürlüğün ülkesi olduğunu / Öğreneceğimize ve / Öğreteceğimize söz veriyoruz. / Söz veriyoruz ki / Yarın büyüdüğümüzde, / Sizin bugün olduğunuz gibi olabilelim.”
Elimi uzattım, selamlaştım... Cumhurbaşkanımız Aliya İzzetbegoviç de yanaklarımdan öptü, sarıldı. O an, gerçekten özgür yaşayan diğer tüm çocuklardan daha mutluydum. O an daha mutlu olamam diye düşünürken... Aliya yanında getirdiği karton kutuyu öğretmenin masasına koydu ve açtı. Mor bir şeyler vardı içinde. Bir çıkardı ki bildiğimiz Milka çikolataları. Almanya'dan yeni dönmüştü ve bizlere oradan bir paket Milka çikolata getirmişti. Neredeyse bir yıl kadar çikolata görmemiştim, yememiştim. Asıl o zaman en mutlu çocuk olmuştum. Kendi elleriyle hepimize birer çikolata dağıttı.
Basit bir çikolatadan çok öteydi o tatlı parçaları bizim için. Tüm çocukların sevinci yüzlerinden okunuyordu. Birinin bizi hatırlamış olması önemliydi o an. Bombalar altında okula giden çocuklardık biz. Hatta küçük yaşta büyük insan olmuş çocuklardık. Seçme şansımız olmadı, kendimizi savaşta bulduk. Ve karşımızda bir cumhurbaşkanı, bir komutan, bir lider vardı. Her şeyden önce karşımızda bir insan vardı, kocaman yüreği olan bir insan. Üstelik ziyaretimize elleri boş gelmemişti. (‘'Kurşunların da Rengi Var'' kitabımdan alıntı)
Yıl 2003… Ekim ayında inanılmaz yağmurlu bir gün. Arkasından 'gökyüzü de ağladı' dedikleri şey o gün yaşanmıştı. Lider Aliya İzzetbegoviç'in cenazesi vardı. Saraybosna caddelerini, sokaklarını, yağmura rağmen, o güne kadar öyle kalabalık görmemiştim. Yağmur mu daha çok ıslatıyor sokakları, yoksa insanların gözyaşları mı belli değildi. Ayakta zor duran dedeler, nineler de, daha yürümeye başlamamış bebekler de lidere son selamı vermek için sokağa çıkmışlardı. O gün çok da bilinmeyen bir hikâye daha yaşandı…
Cenazeye Türkiye'den de gelen çok kişi olmuştu, fakat sırf Üsküdar hikâyesinden dolayı bir görevi yerine getirmek için cenaze gününde İstanbul'dan Saraybosna'ya bir ekip gelmiş. Rahmetli lideri Üsküdar'a bağlayan kişi ise onunla aynı ismi taşıyan dedesidir. Dedesi Aliya İzzetbegoviç askerliğini İstanbul'da, Üsküdar'da yapmış ve orada tanıştığı bir Türk kızıyla, Sıdıka Hanım'la evlenmiş, sonrasında ise Bosna'ya dönmüş. Cenaze gününde yazar Yusuf Müftüoğlu, program yapımcısı İbrahim Paşalı ve Harun Tan, ellerinde küçük bir ahşap kutu ile Kovaçi Şehitliği'ne gelmişlerdi. Kutu çok değerliydi, yağmurda ıslanmaması gerekiyordu. Bugün o günü hatırladıklarında “Bizler çorabımıza kadar ıslanmıştık ama kutuyu korumuştuk.” diye anlatıyorlar. O küçük kutuda Üsküdar'dan getirdikleri bir avuç toprak saklıydı. Ve o gün, o ahşap kutusunda getirdikleri Üsküdar toprağını büyük lider Aliya İzzetbegoviç'in mezarına bıraktılar.
Bugün mezarını ziyaret eden çoğu kişi de bu hikâyeyi bilmez. Oysa hikâye hem rahmetli Aliya'yı, hem de onun Türkiye'ye ve Türk dostlarının ona hissettiklerini anlatır.
(ZAMAN - EMINE ŞEÇEROVIÇ-KAŞLI - Bosna-Hersek Oslobodjenje Gazetesi Türkiye Muhabiri – 15.9.2013)