Boşanmanın Cinsiyetçi Hali

cinsiyetler arası eşitliğin olmadığı, toplumsal cinsiyet rollerinin hukukun yorumlanması ve uygulanması da dahil hayatın her aşamasında yer bulduğu hallerde yüzeyde tarafsız görünen hukuki mekanizmaların eşitlikçi sonuçlar ortaya çıkarması mümkün değildir

 

Çiçek Göçkün Bayramoğlu
cicek.gockun@gmail.com

 

Boşanma erkek egemen toplumlarda hoş karşılanmayan bir hadisedir. Erkeğin tahakküm alanının daralması, ulusun devamlılığının sekteye uğraması, kadının ailesinin ‘hanımı’ değil kendi hayatının salt sahibi haline gelebilmesi boşanmayı bir tehdit unsuru olarak konumlandırır. Boşanmanın esnek ve kolay sonuçlandırılabilir bir süreç haline gelmesini sağlayan hukuki düzenlemeler bu bahsettiğimiz sebeplerden ötürü çoğunlukla dirençle karşılanmaktadır. Boşanmanın hukuki rejimini biraz değiştirecek, kolaylaştıracak olsanız ya da bunu savunan bir görüşü benimseseniz aile düşmanı, millet düşmanı, gelenek düşmanı ilan edilirsiniz. Aslında bunların hepsine birden düşman ilan edilmeniz bunların nasıl birbiri ile bağlantılı olduğunu ve temelinde erkek egemen kavramlar olduklarını da bize bir kez daha hatırlatıyor. Evliliğinde şiddet gören bir kadına boşanabilmesi ve şiddetten uzaklaşabilmesi için dayanışma gösterseniz, siz ‘yuva yıkıcı’ olursunuz da erkek hala daha şiddet gösteren saldıran olmaz örneğin.

Yukarıdaki çerçeveden bakıldığında boşanmanın hukuki rejiminin yüzeyde eşitlikçi olması ve kadınların hukuken boşanabilmesi önemli bir kazanım olarak sayılabilirken, boşanma deneyiminin kendisi hala daha toplumsal cinsiyet normlarından kendini kurtarıp özgürleşebilmiş değil. 2015 yılında Kuzey Kıbrıs’taki Aile Yasası düzenlemeleri bu yönden bir çok açılım getirmiş olmakla birlikte hukuku uygulayıcı çevrelerin zihinlerindeki cinsiyetçi kalıpları yok etmek yasaları değiştirmekle mümkün olmuyor. Bunun bir kısmı elbette ki bir önceki hukuki yapıyı kullanmaya ve aile çerçevesinde kadın erkek ilişkilerini yasanın eski haline uygun şekilde tahayyül etmeye alışkın hukuk çevrelerinin yeni pencereye alışma süresiyle bağlantılı olsa da bir kısmı aynı çevrelerin ve toplum genelinin yasanın öngördüğü daha eşit ve özgürlükçü çerçeveyi benimsememesi de bu sorunun bir parçası. [i] Dolayısıyla bu yazıda, boşanma ve aile hukukuna ilişkin yasal rejimin değil, boşanma dediğimiz sosyal, psikolojik ve ekonomik sürecin cinsiyetçi hallerini değerlendireceğiz.

Boşanmanın kadın ve erkekler üzerindeki etkisinin olumsuz dağılımına dair en kolay örnek çocuklu çiftlerin boşanma deneyimleridir. Çocuklu çiftlerin boşanmalarındaki en büyük gerilim çocukların velayeti üzerinden yaşanır. Bu konuda paylaşılması gereken birincil gözlem, çocukların velayetinin çok büyük çoğunlukla anneye verilmiş olmasıdır. Çoğu ülkede bu deneyimin benzer olduğunu söyleyebiliriz görebiliriz. Örneğin yaklaşık bir tahmin, dünya genelinde çocukların velayetinin anneye verilme oranının yüzde 68 ile 88 arasında değiştiğini öne sürmüştür.[ii]  Şu anda aklınızdan Kıbrıs’ta yaşayan ve tanıdığınız boşanmış çiftleri geçirseniz eminim yüzde doksanında velayetin annede kaldığını görebilirsiniz.

Boşanma esnasında çocuk duygusal bir varlık, bir insan yavrusu olmaktan çıkarılarak çiftlerin birbirini tehdit ettiği bir araca dönüşmektedir. Ülkemizde 34/2015 sayılı değişiklik ile Aile Yasası yedi yaşından büyük çocukların ilgili uzmanlar eşliğinde görüşünü belirterek hangi ebeveyn ile yaşamak istediğine karar verebilmesi mümkün kılınmıştır[iii]. Benim henüz etrafımda bu yöntemi uygulayan olmadı, ancak idealin gerçeğe dönüştüğünü ve herkesin yasadaki bu seçeneği değerlendirdiğini varsayalım. Bu halde dahi yasa sadece 7 yaş ve üzeri çocuklar için bu fırsatı tanıdığından, 7 yaş altındaki çocuklarda yukarıdaki gözlemimizin devam ettiğini, yani velayet söz konusu olduğunda annelerin tercih edileceğini/edildiğini iddia edebiliriz. Burada cevaplamayı istediğimiz en önemli soru NEDEN?

Annelerin bu yönde bir talepte bulunması elbette sebeplerden bir tanesidir. Hatta kadınların bu yönde talepte bulunması neredeyse kaçınılmazdır, çünkü çocuğunun velayetini istemeyen bir anne tahayyül dahi edilemez. Peki aynı oranda bir talep babalardan gelmekte midir? Hiçbir baba bu talepte bulunmuyor iddiasını öne süremeyiz belki ancak bu oranın kadınlara kıyasla daha düşük olduğunu söyleyebiliriz. Hatta velayet konusunu bir yasal çekişme haline getiren erkeklerin bir kısmının da bunu kadına uyguladıkları psikolojik şiddetin başka bir hali olduğunu da unutmamak gerekir. Babadan gelen talebin düşük olmasının yanında, belirtmemiz gereken ikinci sebepse talep olmasına rağmen çoğunlukla mahkeme çocuğun anne ile yaşamasını daha uygun görmektedir.

Şimdi burada sorunun ne olduğuna dair kafalarda soru işareti oluşmuş olabilir. Bir ebeveynin çocuğunun bakımını üstlenmek istemesi, mahkemenin de bunu takdir etmesinden daha doğal ne olabilir ki diye düşünebilirsiniz. Buradaki temel sorun bunun bir ebeveyn için doğal olması, ancak başka bir ebeveyn için bunun doğal olmaması. Yani, başka bir deyişle kadınların aslında evliyken de maruz bırakıldığı cinsiyet rolleri doğrultusunda, çocuğu dünyaya getiren olduğu için ama aslında belli bir yaşa kadar emzirmek dışında fiziksel olarak bir babanın yapabilecekleri ile annenin yapabilecekleri arasında hiçbir fark olmamasına rağmen çocuğun bakımından birincil sorumlu annelerin ilan edilmesidir. Yani aslında cinsiyet rollerine ilişkin kalıplar yüzeyde tarafsız göründen hukuki bir süreci de etkilemekte ve sonuçlarını cinsiyet rol kalıpları doğrultusunda oluşmasına sebep olmaktadır.

Toplumsal cinsiyet kalıplarına bağlı ortaya çıkan sonuç çocuk büyütmeye dair duygusal ve fiziksel yükü de çoğunlukla anneye yüklüyor. Boşanma sonrası velayeti alan anne neredeyse çocuğun tek ebeveyniymiş gibi bir yükün altına giriyor. Herkesin tahmin edebileceği üzere nafakanın sağladığı maddi gelirle çözülemeyecek birçok sıkıntı ve sorumluluk çocuk bakımının merkezinde bulunmakta. Çocuğun duygusal gelişimini destekleyebilmek için çocukla yeterli oranda sosyal ilişki ve bağ kurabilme, sosyalleşmesi ya da eğitim ihtiyaçları amacıyla çocuğun fiziksel olarak bir yerden bir yere taşınması, çocuğun arkadaşlarının aileleri ile iletişim kurarak sosyal ilişkilerin devamında çocuğa destek olmak, okuldaki ihtiyaç veya sorunların çözümüne ilişkin çocuğun öğretmenleri ile görüşmek sayabileceğimiz günlük sorumluluklardan sadece bir kaçı. Bu sorumlulukların velayetle birlikte neredeyse tümü anneye kaldığı zaman aslında babaya neredeyse yeni bir hayat kurabilecek fırsat için boş bir çek vermiş uzatıyoruz. Bu sorumluluk ve dertlerin çok cüzi bir miktarı ile ilgilenmesi beklenen baba yeni hayatına adapte olmaya, yeni romantik ilişkiler kurmaya veya iş hayatında atmak istediği büyük bir adımı atmaya çok daha hızlı bir geçiş yapabiliyor.   Hatta çocuklu ve boşanmış olmaktan ötürü kadın sürekli stigmatize edilirken, erkek bu psikolojik baskının yüzde birine bile maruz kalmıyor.

Yazıyı sonlandırmadan önce şimdiye kadar çizmiş olduğumuz resmi aydınlatacağına inandığım bir kavramdan bahsetmek yerinde olacaktır. ‘Ortak velayet’.[iv]Ortak velayet dediğimiz kavram, bir çocuğun ebeveynlerinin evli olmaya ya da aynı meskeni paylaşmaya devam etmedikleri hallerde dahi çocuğun velayetini paylaşmalarıdır. Ortak velayet fiziksel ortak velayet ya da yasal ortak velayet diye kabaca sınıflandırılabilir. Fiziksel ortak velayet tüm tarafların daha fazla istek ve bağlılık göstermesi gereken alternatiftir çünkü bu seçenekte çocuğun devamlı meskeni de anne ve baba arasında paylaşılmakta ve genellikle ebeveynler bir haftayı üç ve dört gün şeklinde bölüşmektedir. Ortak yasal velayette ise çocuğun meskeni tek bir ebeveyn ile sabitlenmekle birlikte çocuğa ilişkin verilecek karar ve alınacak sorumluluklarda her iki ebeveynin de eşit yasal hak ve sorumluluğa sahip olması demektir. Genellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde tercih edilen bir velayet düzenlemesi olan ortak velayet Amerika dışında İngiltere’de de zaman zaman uygulanmaktadır. Ortak velayete benzer düzenlemeler, elbette bir mahkeme tarafından emredilmeden de yapılabilmektedir. Ancak yukarıda çizdiğimiz tabloya bakıldığında ülkemizin toplumsal cinsiyet yönünden eşitsizlikler içinde yüzüyor olması bu gibi adilane düzenlemelerin kendiliğinden oluşması için gerekli sosyo-politik zeminin maalesef oluşmamış olduğunu ve oluşabilmesi için böyle bir itici tartışmaya ihtiyaç duyduğunu oldukça net şekilde bize göstermektedir. Ortak velayet, hangi şekli ile tercih edilirse edilsin, velayeti kim aldı tartışmasını, dolayısıyla çiftlerin birbirlerini bunun üzerinden hırpalamasını önleyebilecek hem anne hem babanın hemen hemen benzer şartlarda hayatına yeniden başlamasını, çocukların cinsiyet kalıplarından daha kolay arınarak ve her iki ebeveyni ile de eşit zaman ve paylaşımda bulunabilmesini mümkün kılacaktır. Burada yapmaya çalıştığım ucu açık bir tartışma yaratmaktır. Dolayısıyla ortak velayet kavramının Kıbrıs için uygunluğu, hukuken nasıl tasarlanabileceği, tasarlanması halinde genel Aile Hukuku’na nasıl yerleştirileceğine dair bir iddiada bulunmak gibi bir gaile taşımamaktadır.

Sonuç yerine…

Aslında çok “özgürlükçü”, erkek egemen düzeni ve onun beslendiği “aile” düzenini bozan bir şey olarak boşanmanın kendi içinde de cinsiyetçi olabileceğini anlatmaya çalıştığım bu yazıda belki de konunun temeline dönmek en anlamlı sonuç olacaktır. Bu yazıda tartıştığımız örnek ile de görüldüğü üzere hukuki süreçler uygulama alanı buldukları toplumların sosyal ve siyasal yapısından ayrı düşünülemez. Dolayısıyla cinsiyetler arası eşitliğin olmadığı, toplumsal cinsiyet rollerinin hukukun yorumlanması ve uygulanması da dahil hayatın her aşamasında yer bulduğu hallerde yüzeyde tarafsız görünen hukuki mekanizmaların eşitlikçi sonuçlar ortaya çıkarması mümkün değildir. Boşanmaya dair bu yazıda değinilen noktaların temel özelliği kadınların özel alan dediğimiz ev ve aileye ilişkin biçilmiş rollerinin bu aile düzeninden kopmaya çalıştıkları zaman dahi peşlerini bırakmadığı ve bu baskının çocukları üzerinden bir psikolojik şiddetle yeniden üretildiğidir. Yeni hayatına boşandığı eşi ile eşit şartlarda başlayamayan bir kadının bunu sorun haline getirmesi annelik tanımları ile baskılanmakta ve kadının kendini kötü ve suçlu hissetmesi sağlanmaktadır. Kısacası, boşanmanın eşitlikçi sonuçlar üretebilmesi için öncelikle evliliğin ve en temelde tüm kadın- erkek ilişkilerinin eşit bir düzleme oturtulması gerekmektedir. Çocuk bakımı da dahil tüm ev içi emeğe ilişkin dağılımın çiftler arasında adilane olması bunun çiftlerin birlikteliği sona erse dahi devam eden ortak sorumluluklarda da adilane bir düzen elde edebilmemizin önünü açacaktır.

 

 

 

[i]Bu noktadan sonra paylaşacağım bilgilerin bilimsel bir araştırmaya değil tamamen gündelik gözlemlere dayandığını belirtmekte sanırım fayda var.

[ii] Robert Hughes, Are Custody Decisions Biased in Favour of Mothers?, The Huffington Post (06.09.2011) [http://www.huffingtonpost.com/robert-hughes/are-custody-decisions-bia_b_870709.html]

[iii] 1/1998 Aile (Evlenme Boşanma) Yasası, Madde 30 A (2)

[iv] İngilizce ‘joint custody’ kavramından yazar tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

Dergiler Haberleri