(…) BOŞLUĞU TAMAMLAYIN

Aliye Özsoylu: İnsanlık; sadece doğruyu veya yanlışı kabul etmez. Muhakkak bir denge sağlanmalı tezine uygun olarak her ikisini de doğasında barındırır. Ama hiçbir yüzyılda ve hiçbir toplumda olmadığı gibi, şu anda içinde bulunduğumuz yüzyılda da insanl

 

 

 

Aliye Özsoylu

a_freedom1988@hotmail.com

 

 

(…)

(Charlie Chaplin)

 

         İnsanlık; sadece doğruyu veya yanlışı kabul etmez. Muhakkak bir denge sağlanmalı tezine uygun olarak her ikisini de doğasında barındırır. Ama hiçbir yüzyılda ve hiçbir toplumda olmadığı gibi, şu anda içinde bulunduğumuz yüzyılda da insanlık; zannettiği gibi koruyamamıştır o dengeyi. Hep bir fazlalık mevcuttur ve ne acıdır ki çoğunluğu “yanlışlar” oluşturur. İnsanoğlu için yanlışı en güzel göz gösterir. Çok enteresandır; yanlışı görmesini sağlayan göz, birçok kez aynı yanlışa tanıklık ettiğinde beyni de bu duruma alıştırır ve göz için sıradanlaşan yanlışları doğruya çevirmeye çalışmak da beyin için imkânsız hale gelir. Gözün seyrettirdiği kusurların beyin için bir uyku hapı haline geldiği bu yüzyılda; boşuna yaşadığını bile hissetmeyecek kadar aciz bir “insanlığımız” var. Üstün varlık diye nitelendirilen “insan”ın beyin ölümü gerçekleşmiş ve sadece bir makineye bağlı kalarak nefes alabiliyorsa; fişini çekince bu film de bitmiş olur. Çoğunluğu sağlayan yanlışlar, azınlıkta kalan doğruları ezerek bitiş çizgisine hiç de uzak olmadıklarını pişkin bir edayla gözümüzün içine sokuyorlar. Etrafta az da olsa görmeye çabalayan “doğrulara” resmen parmaklarını batırıyorlar. Elimizin tersini kullanarak o kör edici parmakları biraz kenara itebiliriz ve dengeyi sağlamak için en başa dönebiliriz. Bilmeliyiz ki, bazen azınlığın sessizliği çoğunluğun gereksiz bağırışlarını geride bırakabilir. Ve eğer bu bir savaşsa sessizlik de kazanabilir.

         İnsanoğlu doğarken bir şeyleri amaç edinemez kendine ve hiç kimse dünyaya belli bir amaç için de gelmez zaten. Birçok kültür ve birçok toplum ilk önce bu süslü sözlerle kandırmaya başlar kendini. Ama aslında işin gerçek olan kısmı şudur; her insan amacını kendi yaşadığı hayatın kuralları çerçevesinde –sonradan- edinir. Şanslı doğup doğmadığı fikrine de, amacında doğruyu ya da yanlışı elde ettiği zaman varır. Yani işin aslı; insan kendi boşluklarını yine kendi doğruları ya da yanlışlarıyla doldurur. Başarılı olduğu şeyleri kendine yorduğu gibi başarısız olduklarını da hayrına ya da “yukarıya” yormamalıdır. Kendini kandırmaya çalışmak “olağan”dır. “Olağan” demek; kolay demektir. Çoğunluk ve potansiyel “yanlış” demektir. Zor olanı “olağandışı” olabilmektir. Her şeyin kendinde bitip kendinde yeniden başlayabileceği, bütün suçun kendine ait olduğunu kabullenme cüreti, doğrunun da yanlışın da birbirinin özgürlük sınırlarını ihlal etmeden barınabileceği riskini göze alma cesareti azınlık olandır. Doğal olarak “olağan dışı”dır ve tartışmasız “mutlak doğru ”dur. Kendini yönetebilme yeteneği, bunları bilmekle ve kendini kandırmamakla başlar. İşte tam da bu noktada yüzyılların insanlığının yetenek özrü baş gösterir. Ve “olağan”ı seçerek başkaları tarafından yönetilme kolaylığıyla el sıkışır. Bu yüzdendir ki; hep sonundan memnun kalmadığımız anlaşmanın yine hep en başına dönme gerekliliği duyarız.

         İhtiyaç duygusu; insanlık tarihinden de eskidir. En çaresizce kabul edilen ve zorunluluktan doğan ihtiyaç ise, düzeni sağlamak için insanlık tarafından başvurulan yönetim şekilleri ve temsilcileridir. İlkel topluluklarda; kaosu önlemek ve düzene erişmek için doğanın kendisine inanç ön plandaydı. Ağaçtan, topraktan, gökyüzünden beklenen verimi elde etmek için ona karşı bir ödül ritüeli düzenlenir ve karşılığında mutlu sona ulaşılırdı. Verimden önce bereket dilenen topluluğun insanları, verimden sonra da teşekkürlerini iletir ve böylelikle “doğa ana” ile kendileri arasında bir düzen oluşturduklarına inanırlardı. Üretim-tüketim ilişkisi, ekonomik gelir-giderler, doğaüstü varlıklarla inandıkları birçok tanrılara olan inanç sistemlerinin işlerliğini, bizim “ilkel” dediğimiz yöntemlerle aslında bizden çok daha “insanca” dengelerlerdi. Günümüz topluluklarında; “modern” hatta “post modern” niteliğe erişilen topluluklarda; tek bir tanrıyla bile başa çıkabilmeyi bir kenara bırakın insanlar kendini tanrı zanneden birçok yanlış kişiyi tercih ederek bunlar tarafından yönetilebilmeye kayıtsızca izin veriyorlar.

         Kaostan kozmosa geçişin sağlanacağı bir politika seçiliyorsa eğer, bu beceri gerektirir ve bu beceriye sahip, bu konu hakkında yetkin, bu alana dair okuyup üreten bir “yöneten” olmalıdır. “Yönetmek” ve “bir toplumum kültürüne, insanına ve huzuruna sahip çıkmaya yeltenmek” bıçak sırtı bir iştir. Seçildikten sonra, onu seçen kişilere sadece tepeden bakarak değil; onların içine girerek, onların gözünden bakarak ve kendi başına buyruk, onların fikirleri sorulmadan onların adına karar almadan hareket edilmelidir. Bir kişinin, bir toplumu yönetebilmesi ihtiyaçtır ve unutulmamalıdır ki; ihtiyaçlar kişileri her an ve her zaman değiştirebilecek güçtedir. Her toplum da yeri ve zamanı geldiğinde ihtiyacından vazgeçebilecek kadar marjinaldir. Amerikalı sanatçı Pink; dönemin başkanına bir şarkısının başlangıcında şöyle seslenir: “Benimle biraz yürüyebilir misiniz?” ve teklifinin kabul edildiğini varsayarak şu şekilde devam eder: “Siz hiç gece evinizde otururken evsizleri düşünebildiniz mi?; siz hiç bir babanın kızına veda edebilme şansını değerlendirdiniz mi?; onca masum insanın ölümüne kendi egolarınız için izin verirken siz hiç gece yatarken biri için dua ettiniz mi?; ve siz hiç aynaya baktığınızda kafanızın sandığınızdan yüksek olmadığını fark edebildiniz mi?” Anlatmaya çalıştığım gibi; birçok kişinin düzenini huzurla sağlayabilme işi, önceden havaya sıkılan vaatlerle yürümeyebilir. Birkaçını bile doluya isabet ettirebilmek yetenek sayılabilirdi ama biz bütün coğrafyalarda çok kötü ıskaladık ve çok büyük kaybettik, çünkü tercihimizi hep yanlış kişilerden yana kullandık ve onları değiştirip yerine doğrularını getiremeyecek kadar “insanlığımıza” hasar verdik.

         Yüzümü, gözümü ve kafamı bir anlığına bile kendi coğrafyama çevirdiğimde devamlı görmeye alışamadığım bir sürü yanlıştan bir doğru elde etmeye çalışıyorum. Ama yok, bulamıyorum. Çünkü hiçbir alanda; hiçbir üretilen platformda yeteri kadar kendi işini yapan insanlar mevcut değil. Herkes her işi yapabiliyor zannediliyor ama hiç kimse aslında yetkin olduğu, becerikli olduğu, uğruna okuyarak yıllarını verdiği alanlarda üretim göstermiyor. Bu yüzdendir ki; tüketim konusunda maksimum düzeydeyken üretim konusunda vasat durumdayız. Edindiğimiz amacın kolundan tutup da birlikte hareket edebilmeye yetemiyoruz ya da direnemiyoruz. O kadar rahat olmaya, uyutulmaya alışmış ki insanımız, toplumumuz elde ettiği başarıların bile yok sayılmasına “göstermelik” itiraz ediyor. Başkası tarafından yönetilmek, sistem oluşturmak ihtiyacımız ama bunu doğru kişilerle yapmaya bir türlü karar veremiyoruz. Düşünsenize; Malmstein bir gitar virtüözü değil de bir stil danışmanı olsaydı ne olurdu? Ya da Diana Gabaldon yazar olmaya karar vermeyip ev hanımı olarak kalsaydı İskoç Jamie’yi tanıyabilir miydik? Mehmet Demirkol’un bir spor yorumcusu olmayıp bir kültür araştırmacısı olduğunu düşünün bir an için. Rafael Nadal’ın tenis oynamayıp İspanya’da bir arenada boğa güreşçisi olmaya cesaret ettiğini hayal bile edemiyorum. Bunların olduğunu düşünmek, vücudumuzdaki kulakla burunun ve gözle ağızın yer değiştirmesini düşünmek kadar çılgınca olurdu. Ama inanın bizim adada bunlar gibi çok “gerçek yanlışlar” var. İhtimal vermediğimiz alanlarda aklımızın ucundan geçmeyecek yanlış kişilere tanıklık ediyoruz. Onları alıp kendi alanlarında yeteneklerini sergilemeye izin versek “doğru kişiler” haline gelebilirlerdi ve doğal olarak da yanlış yapmaya zemin hazırlanmamış olurdu. Her şeyin ve herkesin birbiri içine girdiği ve bu karmaşıklığın aslında var olan doğruları da yok etmeye arzulu olduğunu fark etmediğimiz kusursuz bir “post modern” toplumuz biz. İhtiyacımız olan biraz ilkellik, en başa dönmek… Doğru kişileri seçene kadar bir ağaca ödül vermek mesela ya da gökyüzüne teşekkür ritüeli gerçekleştirmek biraz da. Herkes hangi konuda bilgiliyse ve buna yeterince vakit ayırdıysa o alanda çalışmaya ısrar etmeli. Gerçek zekâyı doğru zamanda doğru mesleklerde göstermeli. Ancak bu şekilde sağlıklı bir üretim sağlanabilir ve ancak bu zamanda tekrardan güvenli, fikirlere saygılı bir “yöneten” e emanet edebilir kendini. İhtiyaç denilen duygu böyle doğru hissedilebilir ancak. Ama içinde bulunduğumuz yüzyıldaki bu toplum için rahatlıkla mırıldandığım şarkının sonunu getirebilirim. Ve Pink şarkısını şu sözlerle noktalar; “Benimle birlikte asla yürüyemezsiniz!”.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri