Dünyada savaş suçluları yargılanıyor...
Bosna Hersek'te bir mahkeme, Bosna savaşı sırasında Sırp milislerin komutanlarından olan Veselin Vlahoviç'i 45 yıl hapis cezasına çarptırdı.
Katliamların yaşandığı kasabaya gönderme yapılarak ''Grbavitsa Canavarı'' olarak anılan Karadağlı askeri lider, 1992-1995 yılları arasında Müslüman ve Hırvat kadınlara tecavüz, cinayet ve işkence iddialarından suçlu bulundu.
Mahkumiyet, Bosna'daki bir savaş suçları mahkemesi tarafından verilen en ağır karar olarak nitelendiriliyor.
60 civarında suçlamanın incelendiği davanın sonunda esas hakkındaki mütalaasını veren savcı Behayja Krnjic, Vlahoviç'in adının ''iblisin eşanlamlısı'' olduğunu belirterek, ''sanığın 31 kişiyi öldürdüğünü, hâlâ akıbetleri bilinmeyen 14 kişiyi kaçırdığını ve 13 kadına tecavüz ettiğini söyledi.
Vlahoviç'in bu suçları savaş sırasında Sırpların kontrolü altında olan Saraybosna'nın üç ilçesinde Grbaviça, Vraça ve Kovaçiçi'de 1992 yılının Mayıs ve Temmuz ayları arasında işlediği belirtiliyor.
Karadağ'da bir hırsızlık suçlamasından hapis yatarken 12 yıl önce cezaevinden kaçan Vlahoviç, Bulgar pasaportu altında İspanya'da yaşarken yakalanmış ve 2010'da tutuklanarak Bosna'ya iade edilmişti.
Vlahoviç hakkında İspanya'da da silahlı soygun ve cinayete karıştığı gerekçesiyle arama kararı var.
(BBC – 29.3.2013)
ZAMAN
“Türkiye korkulardan kurtulurken...”
Prof. Dr. Garip TURUNÇ - Bordeaux IV Üniversitesi
Dostoyevski'nin “Birçok insan mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur.” diye bir lafı var.
Bazen insan mutlu olduğunu bilmez gerçekten, hep mutluluğu arar ama bazen onu bulduğunda, aradığını bulduğuna inanmayabilir ya da o güne dek tatmadığı türde bir mutluluğa ulaştığında daha önce hiç hissetmediği için o duygunun mutluluk olduğunu tanımayabilir. Sanırım sadece insanlar için değil toplumlar için de geçerli böyle bir yanılgıya düşmek. Bana sorarsanız Türkiye çok mutlu olması gereken bir döneme giriyor. Osmanlı'nın son döneminden bu yana sürmüş bir “korku”, tedirgin bir “içe kapanış”, her yerde “düşman” gören hastalıklı bir endişe, hiç bitmeyen bir “yenilmişlik” kaygısı, kendini “yapayalnız” terör ve şiddet içinde hissetmenin getirdiği huzursuzluk sona eriyor.
Abdülhamit, Osmanlı'nın en zeki ve en modern padişahlarından biriydi. Çok başarılı bir diplomattı, diğer büyük ülkelerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak otuz üç yıllık iktidarında toprak kaybetmemişti. Ve bütün iktidarını öldürülme ve devrilme korkusuyla geçirdi. Ulusların ortaya çıktığı, milliyetçiliğin yüceldiği bir çağda “merkezî” bir iktidar olmak zordu çünkü. İmparatorluğun denetimindeki bütün uluslar “bağımsızlık” istiyordu. Ama Abdülhamit'i ve imparatorluğu bitiren “Türklerin” milliyetçiliği oldu. Padişah'ın bütün korkularını devralan İttihatçılar, imparatorluğa “Türk” damgasını basmak isteyince büyük dağılma başladı. Sonunda da imparatorluk çöktü. Abdülhamit, bütün zekâsına rağmen 1789 Fransız devrimini ve ondan sonra yaşanan çağın gereklerini tam kavrayamadı, kavradıysa da korkuları bunları kendi ülkesine taşımasına engel oldu. Sonra, o korkular, İttihatçılardan da Cumhuriyet'e geçti. Bir ulus-devlet olma amacıyla işe girişildi ama olmayan ulusu yaratmak işlevini devlet üstlendi. Türkiye'de ulusal devlet olmadan ulus devlet oluşturmaya çalışıldı; ayrıca çoğulcu bir siyasi örgütlenme yerine otoriter bir rejim yeğlendi. Acilen ortak bir siyasal kültür oluşturma hedefi ‘çeşitlilikten ya da farklılıktan birlik' yaratmak yerine, ‘farklılıkları benzeştirmeyi' öne çıkardı. “Türk” olmayan her “unsur” bir tehdit olarak görüldü. Kürtler, Alevîler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler hep “kuşkulu” bakılması gereken insanlardı. Halife'yi deviren İttihatçılar ve hilafeti kaldıran Cumhuriyet, İslâm'ı hayat tarzı olarak gören Müslümanları da “kuşkulular” listesine aldı. Böylece, biz Cumhuriyet'in doksan yılını “Abdülhamit'in korkularını” daha küçük ölçeklerde yaşayarak geçirdik. Korku bizi zayıflattı, “bölünmekten hep korktuk” ama aslında hiç “bütün” olamadık, Kürtleri, Alevîleri, Ermenileri, Rumları, Yahudileri Türkiye Cumhuriyeti'nin doğal parçaları haline getiremedik.
Şimdi Türkiye değişiyor, tarihinin en can alıcı evresini yaşıyor. “Geçmiş için bir şey yapılamaz, şimdiki an, geleceğin felaketlerini önlemek için feda edilmelidir” kanısı doğuyor Türkiye'de. Bizi hücrelerimize kadar sarsan bir hastalığın sadece kendisini değil “nekahet” dönemini de artık geride bırakıyoruz. “Türk'ün Türk'ten başka dostları” da olduğunu keşfediyoruz. Büyük bir dünyanın parçası olduğumuzu anlıyoruz. Bütünleşen, kaynaşan bir dünya var, biz de bu dünyanın içinde yerimizi alıyoruz. Türkiye artık hasta adam değil. Askerî vesayeti bitirmiş, darbecileri, derin devleti yargılamış, katı laikliği yumuşatmış, milli geliri üçe katlamış, milliyetçiliği ayaklarının altına alıp Dersim için özür dilemiş, yeni anayasa ve Kürt sorunu konusunda kararlı bir şekilde kolları sıvamış, parmak salladığı İsrail'e özür dilettirmiş… Karlofça'dan beri neredeyse her savaştan sonra imzaladığı “barış anlaşmasıyla” toprak kaybettiği için bilinçaltına “barışı çok tehlikeli bir şey” olarak kaydeden bir toplum şimdi sadece bilincini değil “bilinçaltını” da değiştirmek için hareketleniyor. “Barış ve sükûnet” talebi bu kez toplumun içinden yükseliyor. Şiddetin yükselmemesinin de, durmasının da “barışı” hızlandıracağı bir “doyma” sınırına yaklaşıyoruz toplum olarak. Çok uzun sürmüş bir “travmayı” atlatıyoruz, hastalıktan kurtuluyoruz. İçeride de barış olacak göreceksiniz, çocukların ölümü bitecek bu ülkede. Çünkü barışı kucaklayacak bir cesarete kavuşuyoruz. Daha uzun ince bir yolun başındayız. Kabul. Ama Başbakan Erdoğan'ın da değindiği gibi: "Gidiyoruz gündüz gece. Gideceğiz gündüz gece."
Evet, Türkiye, millet olarak yeniden geleceğe bakabilen bir özgüvenin tesisini sağlayabilmek için bu sorunu hakkaniyete uygun bir şekilde çözmek zorunda. Bu, kelimenin tam anlamıyla tarihî bir normalleşme süreci olacaktır. Anormal olanın, yani eski Türkiye'nin korkular ve imtiyazlar üzerine kurulu iç-dış siyasetinin değiştirilmesi ve milletin her anlamda güçlendirilmesini içeren, her türlü ayrımcılığı engelleyen, sosyal hukuk devletini inşa eden eşitlikçi bir demokratik düzenin kurumsallaştırılması, sürecin nihai hedefi olmalıdır. Çünkü Türkiye'yi ortak bir gelecek hayali etrafında bir arada tutabilmek, herkesin kendisini eşit biçimde içinde hissedeceği bir kimlikle mümkün. Bu manada, Türklük, Kürtlük, millet, ulus tartışması yerine, gerçek bir devlet tartışması yürütülmelidir.
Örneğin, Anayasa Komisyonu kurulmadan önceki aylarda bir Yargıtay cumhuriyet başsavcısı, ‘Atatürk milliyetçiliğinin Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkesi vatandaş saydığına' dikkat çekmişti. Buradan anlıyoruz ki, ‘Türk devleti' vatandaşlardan ayrı ve önce var olan bir özne. Yani ‘Türk devleti' bizzat vatandaşların ortak iradesiyle oluşmuş kuşatıcı bir kimlik olmayıp kimin vatandaş olduğuna kendisiyle kurduğu bağdan hareketle karar veren bir otorite. Sonuçta ‘Türk devleti' ibaresi ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti' deyiminden farklı olarak, devletin kimliğini vatandaşların ortak iradesine değil, açık bir biçimde etnisiteye oturtuyor ve bireyde henüz oluşmamış bir etnisitenin devlette olabileceğini varsayıyor. Toplum kelimesinin ise bu denklemde hiçbir yeri yok. Ne var ki ‘devlet' adını taşıyan, duyguları, fikirleri, hayalleri olan bir kişi veya kurum da yok karşımızda. Ancak rejim kendine has niteliğiyle devam edebiliyor, çünkü bazı kişi ve kurumların ‘devlet adına' düşünme ve davranma yetkisi bulunuyor. Oysa meşruiyetin sağlanması açısından bütün bu işlerin ‘millet adına' yapılıyor olması da lazım. Çözüm ise basit: Türkiye'de ‘milletin devleti' değil, ‘devletin milleti' var. Bu nedenle, Türkiye'nin sadece yeni bir anayasaya değil, daha da önemli olarak yeni bir devlet/millet felsefesine ihtiyacı var. Normalleşmek, ancak bugünkü devlet/millet anlayışının mahkûm edilmesiyle mümkün olabilecek. Yeni anayasada yapılması gereken, ‘millet' kelimesini hiç kullanmamak, ‘Türkiye toplumu' ibaresi üzerinden yürümektir. Bunun için de, kısa vadede aşılması gerekli olan çok badire var. Bunları oluşturan etkenler arasında, çatırdayan o eski yapının ürünü ve sahibi, TSK'dan MHP ve CHP'ye uzanan kurumlar ve bu toplumun tarihine özgü “ulusalcılık” ve “milliyetçilik”ten oluşan “Cumhuriyet” ideolojisi var. Bu “badire”lerden kurtulup bu halkın belki de kendisini bir toplum olarak hissetmesi mümkün olabilir ve kim bilir ileride bir gün buralardan kendine has bir ‘millet' de çıkabilir.
(ZAMAN –Garip TURUNÇ – 29.3.2013)