Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı BİRN’de Arnes Grbesiç imzasıyla yayımlanan bir inceleme yazısını, okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Boşnak savaşında “kayıp” edilen Bayrus Hududi’nin eşi Fadile’nin kocasını “kayıp” edenlerden birisini nasıl mahkum ettirdiğine dair bu yazı özetle şöyle:
*** Boşnak savaşının başında, Doboy kentinde Arnavut kökenlilere ait dükkanlar Sırp kuvvetlerin saldırısına uğramış ve Fadile Hududi’nin eşi Bayrus Hududi de onlar tarafından alınıp götürülmüştü... Fadile Hududi, kocası Bayrus’u en son olarak 5 Mayıs 1992’de Bosna’nın kuzeyindeki Doboy kentinde bir polis merkezinde görmüştü – bu, Sırp askerler tarafından bu çiftin evlerinde tutuklamaları ardındandı... “Talihin zalim bir cilvesi gibi bu olay tam da 20nci evlilik yıldönümümüzde meydana geldi... Biz 5 Mayıs 1972’de evlenmiştik” diye anlatıyor Fadile.
*** Boşnak Sırp kuvvetler, iki gün önce Doboy kentinde kontrolü ele geçirmişlerdi ve her ikisi de Arnavut kökenli olan Hududiler, evlerinde kalmışlardı – ev, kentten iki kilometre kadar uzaktaydı, böylece kendilerini olası saldırılardan koruyabileceklerini zannetmişlerdi. 5 Mayıs’ta Fadile Hududi, birkaç silahlı askerin bir kamyon üzerinde, evlerinin önünde durduğunu ve sokakta bir de tank olduğunu görmüştü...
*** “Askerler gelince biz de tavanarasına çıkmıştık... Kapıyı kırıp eve girdiklerini ve silahlarıyla eşyalarımızı karıştırdıklarını duyabiliyorduk... Tavanarasına tuvaletten çıkılıyordu. Oradan ateş açtılar. Bir kurşun yüzümü sıyırıp geçti. Bunun üzerine tavanarasından indik. Askerler kocamın midesine ve yüzüne birkaç kez yumruk attılar...” Fadile 39 yaşındaydı, kocası da kendinden on yaş büyüktü – yedi yaşlarındaki bir kızları vardı ki o sene Eylül ayında ilkokula başlayacaktı. Şanslıydılar ki askerler geldiği zaman çocuk, Fadile’nin annesi ve babasıyla birlikteydi ve evde değildi. “Komşumuz rahmetlik Vid Okoliç askerlere neden bizi tutukladıklarını sordu çünkü bu mahallede herkesin birbiriyle ilişkisi çok iyiydi...” diyor Fadile.
*** Fadile, askerlerden birisini tanımıştı – bu, Nikola Yorgiç adlı bir Sırp’tı... “Dükkanımızın müşterisidyi ve eşimin de arkadaşıydı... Bizleri üstünde plaka olmayan siyah bir Volkswagen Golf’a bindirip Doboy polis merkezine götürdüler...” Polis merkezinde Fadile’yle kocasını ayıracaklar ve kocasını “silahları nereye sakladıkları” konusunda sorguya alacaklardı... Sonra da Fadile’yi eve götürecekler ve o bir daha kocasını göremeyecekti... Savaş esnasında Doboy bölgesinden “kayıp” edilen 134 kişi arasında Arnavut kökenli tek şahıs, Fadile’nin kocası olacaktı...
*** Fadile ve Bayrus Hududi’nin Doboy tren istasyonunda bir kebapçı dükkanları vardı. Orada 13 seneden beridir çalışmaktaydılar... Tutuklanmadan bir ay kadar önce dükkanları bir bombalı saldırı sonucu yıkılmıştı, bu yüzden işe gitmiyorlardı bir aydır. Savaştan hemen önce, Mayıs 1992’de Doboy’da Arnavutlar’a ait dükkanlar ve kiosklar saldırıya uğrayıp yok edilecekti...
*** Fadile Hududi, kocasının ailesinin kocası henüz beş yaşındayken Prizren’den Doboy’a göç ettiklerini anlatıyor – tren istasyonunda bir pastane çalıştırıyorlardı... “Babasının ölümünden sonra eşim bu pastaneyi yedi sene boyunca çalıştırdı... Sonra da “Putnik” adını verdiğimiz kebapçı dükkanımızı pastanenin bulunduğu yerde açtık... Hangi tarihti tam hatırlamam ama bir gece geç saatlerde polis bize dükkanımızın yok edilmiş olduğunu bildirmişti Mart 1992’de...” diyor. Bu saldırının failleri hiçbir zaman yakalanmayacaktı...
*** Boşnak Sırpları’nın kontrolüne giren Doboy’da, Fadile Hududi, “kayıp” kocasıyla ilgili bilgi almaya çalışacaktı Mayıs 1992’de ancak hiçbir bilgiye ulaşamayacaktı... Eşinin yeğeni ve oğlunun Doboy’daki eski şehirde bir dükkanları ve evleri vardı, onlardan polis merkezine gitmeleri ve kocasının akibetini öğrenmeye çalışmaları için ricada bulundu. “Onlara bilgi alamayacakları ve evlerine dönmelerinin daha iyi olacağı söylenecekti” diyor. Fadile de Hırvatistan’a gidecek, oradan da kızıyla birlikte Almanya’ya yaşamaya gidecekti – halen Almanya’da hayatını sürdürüyor Fadile ve kızı...
*** Almanya’ya gittikten sonra merkezi Zagreb’te olan Arena dergisinde, Nikola Yorgiç’in yani evine baskın düzenleyen Sırp askerlerden biri olan şahsın 1995’te tutuklandığını okuyacaktı. İşte o zaman Frankfurt polisine, Mayıs 1992’de yaşananları anlatmaya karar verecekti Fadile Hududi. “Polis ifademi alarak Düsseldorf’a gönderdi... Duruşmaya bir şahit olarak davet edildim. Mahkemeye bizim durumumuzu aktardım... O noktada mahkemede bulunan Yorgiç’e, kocama ne olduğunu bilip bilmediğini sordum. O zaman bizim evimizin önüne hiç gelmediğini, kendi evini koruduğunu iddia etti...”
*** Almanya’daki mahkeme Yorgiç’i Doboy bölgesinde 1992’de soykırım suçu işlediği gerekçesiyle 1997’de ömürboyu hapse mahkum edecekti. 2014 yılında hapishanede ölecekti Yorgiç. Boşnak savaşı ardından Fadile Hududi, akrabaları aracılığıyla bazı bilgilere ulaşacaktı. Akrabaları polis merkezindeki diğer tutuklularla konuşmuşlardı. Fadile’nin eşi, başka birkaç tutukluyla birlikte Doboy’daki hapishaneden alınıp bilinmeyen bir yere götürülmüştü. Ondan geride kalanlar hiç bulunamadı...
*** “Eşimden geride kalanlar bulunabilseydi, bu benim için çok anlamlı olurdu – onunla birlikte 20 sene boyunca çok güzel bir evlilik yaşadık... Kızımın da babasının mezarının nerede olduğunu bilme hakkı vardır. Bosna-Hersek savaşının sona ermesinden bu kadar sene sonra dahi, sevdiklerimizin gömülü olduğu mezarların nerede olduğunun bulunmamış olması da doğru değildir...”
(BIRN’de 14.3.2023’te yer alan Arnes Grbesiç’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...
Eduardo Galeano’dan “Kucaklaşmanın Kitabı...”
Batuhan Sarıcan/Parşömen Edebiyat
Yalnızlaştırılan kalabalıkların sesi Eduardo Galeano, “Kucaklaşmanın Kitabı” ile her zaman olduğu gibi avcının değil avın yanında; anlatılmayanı anlatıyor; kalbiyle hatırlıyor, belleğinin odalarında dolaştırıyor.
“Recordar: Anımsamak
Latincesi: re-cordis,
yani kalbi delip geçmek.”
Kucaklaşmanın Kitabı’nın başında yer alan bu ifade, Eduardo Galeano eserlerinin ana izleği olarak nitelendirilebilir. Zira onun eserlerinde beyinle kalp arasındaki mesafenin ortadan kalktığını görürsünüz. Yalnızlaştırılarak susturulan toplumların hafıza kaydı niteliğindeki anlatıları, sade bir üsluba sahiptir ama derinlere iner, ta kalbinize kadar.
Kimi hikâyelerini çocuğunuza bile okuyabilirsiniz, o denli masalsıdır. Kimileri de size bile ağır gelir, o denli acıtıcıdır. Galeano kolektif hafızanın kaydını tutar; acıyı anımsatır ve bu acıyı sanki siz yaşamışsınız gibi hissettirir. Yazdıkları üzer, aynı zamanda öfkelendirir de. Ne ki bir sonraki sayfayı çevirdiğinizde öyle bir hikâye anlatır ki yumuşacık olursunuz; tebessüm eder, kendinizi, “Geçici sevdalar kadar güzel ve elle tutulmaz olan yaşamı” kutlarken bulursunuz.
Kolektif hafıza dedik ya sizi her bölümde kısa bir sahnenin içine sokar, o anı yaşatır ve son noktayı koyduğunda ensenizde bir ürperti hissettirir. Kimi acı kimi tatlı; Galeano okumak, tarihte yolculuk yapmak gibidir. Hikâyeler zaman makinesi, Galeano ise rehberinizdir.
Latin Amerika’yı anlamak için
Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı’nda da sizi bir yolculuğa davet eder. Kendinizi bir anda Isla Negra’da, Pablo Neruda’nın evinin önünde bulursunuz; yanınızda Neruda hayranları, evin içindeki bir kartalın çehresinde Neruda’nın siması. Bir sayfa çevirir ve bir ayna ustasının kendi yaptığı aynaların içine girip kaybolmasına tanık olursunuz. Garipsemezsiniz, çünkü Latin Amerika’da olduğunuzun farkındasınızdır. Bu açıdan Latin Amerika’ya en uygun metafor sürekli ölüp ölüp dirilen bir adamdır denebilir; birçok kere ölür, yeniden doğar. Galeano da bu büyülü gerçekliği iyi yansıtır.
Mexico City’nin sokaklarında ölülerle birlikte yürür, Brezilya’nın ücra köylerinde dolaşırsınız. Şili, Temuco’da özel mülkiyeti yok saydığı için yok sayılan, sırf bu sebeple bir tane bile sağlık görevlisi gönderilmeyen yerli hastanesinde şifa bulursunuz; orada bir kadın size şunu demiştir: “İnsan ölmek için yaşar, hepsi bu.” Hastaneden çıktığınızda ise Latin Amerika’nın gerçekliğiyle karşılaşırsınız: Şili hükümeti, yerlileri sindirmek için pankart asmıştır: “Şili’de Kızılderili yok, yalnızca Şilili var.”
Sayfayı çevirdiğiniz sırada Latin Amerikalı komünistlere cadı avı yapıldığı bir ana rast gelirsiniz. Özgürlükler, kurşunlarla delik deşik ediliyordur; sürgünlerle köşe kapmaca oynamaya mahkûm edilen bir adamın ailesinden koparılmasına tanık olursunuz. O sürgündeyken devlet, ailesini de rahat bırakmaz. O sırada etmediğiniz küfür kalmaz. Devlet kendi vatandaşlarıyla bir bir uğraşırken bir bakmışsınız kendi ekonominiz sizi yoksullaştırmış, kendi ülkenizin polisi sizi kovalamış ve kendi kültürünüz sizi yadsımıştır. Yorulur da kitabı bir kenara koyarsınız. Kapak size siz kapağa… Sonra dayanamayıp yeniden okumaya başlarsınız.
Latin Amerika’nın başka bir yerinde bulursunuz kendinizi; toplumun korkuyla nasıl yönetildiğini gösteren bir filmde sanırsınız ama bu bir film değildir:
“Uruguay’daki askerî dikta rejiminin son günlerindeydi. Kahvaltıda korku yemiştik, öğle ve akşam yemeklerinde korku. Gene de bizi kendilerinden biri yapmayı başaramamışlardı.” (s.273)
Latin Amerika özelinde insanı insandan ayıran şeyin ne olduğunu anlayabilmek için eşsiz bir deneyimdir Galeano’yu okumak. Kucaklaşmanın Kitabı’ndaki hikâyelerde sadece yalan, ikiyüzlülük ve paradokslarla dolu politik ortamı ve kanlı tarihi değil aynı zamanda Latin Amerika sanatını, rüyasının elde tutulamazlığını, kehanetleri ve gündüz düşlerini, büyülü gerçekçiliğini, büyülü olmayan gerçekliğini; kısacası Latin Amerika’yı Latin Amerika yapan her şeyi, Galeano’nun zihninin odalarında dolaşarak yeniden yaşarsınız. Onun her kitabı, hafıza odacıklarından oluşan bir geçit gibidir; kimi zaman korku tüneli kimi zaman da bir botanik bahçesi…
Galeano, “Çirkin Amerikan gerçekliğinin çekirdeğinde bulduğum büyülü gerçeği dışa vurmaya çalışıyorum.” şeklinde açıklamıştır yazınını. Tarihin çelişki ve paradokslarla dolu olduğunu gözler önüne serer: Ekvador’da Kızılderili kurbanlarına “cellat” diye bağıran cellatlar, Che Guevara’nın Arjantin Ordusu tarafından askerlik yapmaya ehil bulunmaması, ekonomi bakanlarının devalüasyon arifesinde “devalüasyon olmayacak” açıklamasında bulunması, orduların “anayasaya saygı” açıklamasından bir gün sonra darbe yapılan onlarca Latin Amerika ülkesi. Anlattıkları genel olarak Latin Amerika özelinde olsa da dünya genelinde kapitalizmin kanlı tarihine de ayna tutmayı başarır. Bu açıdan evrensele ulaşmayı da başarmıştır.
Yaratımın anlamsız olduğu, emeğin değerinin kalmadığı bir çağda, bukalemun çağında yaşadığımızı söylerken haksız değildir Galeano; olabilecekken olamayanlar, birey olarak değil kas gücü olarak görülenler, adları değil numaraları olanlar, kalabalıkların içindeki yalnızlar, yaşarken ölenler; kısacası hiç kimselerin hikâyesini anlatır. “Beni okuyamayanlar için yazıyorum,” der. “Ezilmişler için, vüzyıllardır tarihe geçebilmek umuduyla kuyrukta bekleyenler, kitap okuyamayanlar ve kitap alacak parası olmayanlar için.”
Komşunun rakip olarak görüldüğü, bir yanda tüketimin tutkulu bir dine dönüştüğü diğer yanda ekmek bulamayanın ölüme mahkûm edildiği bir yalnızlaşma ve yalıtılmışlık düzeninin, ne bedeni ne de ruhu besleyebileceğini düşünen Galeano, sorunu kucaklaşma eksikliğinde bulur. Kitap da ismini buradan alır zaten: El libro de los abrazos, yani kucaklaşmanın kitabı.
Avcının değil avın yanındaki tarih
Galeano, sözde demokrasilerdeki “anımsamak korkusu” yüzünden Latin Amerika’nın belleğini -zorla- yitirdiğini ancak hatıra çöplerini altına süpürecek büyüklükte hiçbir halının olmadığını bilmek için Freud olmaya gerek olmadığı söyler. Aslan avcılarının övüldüğü tarih kitaplarının karşısına, asıl övülmesi gereken aslanları koyar. Bunun için de metaforları, masalları, rüyaları ama gerçeği kullanır. Büyülü olsun ya da olmasın, aslanların gerçeğini anlatır. Kolektif hafızanın kaydını tutması da tarihin vicdanı denmesi de bu yüzdendir.
Yazmayı, sesini yükseltmenin ve kucaklayıp kucaklaşmanın yolu olarak görür. Nesnel anlatayım derken nesne haline dönen tarih yazarlarına karşı tavrını öznel tarih anlatımından yana koyar. Bu görüşünü de düzenin, belleklerimizi boşaltarak yerine süprüntüler koymasıyla ve bu sayede tarihin bugüne ve geleceğe bir şey söylemek (yani tarihin yaratımı) yerine eski kostümlerini giyerek tekerrür ettirdiği gerçeğiyle destekler...
...Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, ilk politik çizgi romanını, daha 14 yaşındayken Sosyalist Parti’nin haftalık yayın organı El Sol’de yayımlandı. 1960’larda gazetecilik kariyerine MARCHA’da başlayan yazar, dönemin önemli mecralarından EPOCA’da da yönetici editörlük yaptı. 1973’teki askeri darbe sırasında hapse atıldı, ardından Arjantin’e sürgüne yollandı. Burada da CRISIS’teki çalışmalarıyla dikkat çeken Galeano, 1976’da Jorge Rafael Videla’nın askeri darbesi yüzünden Barcelona’ya gitmek zorunda kaldı. Burada ünlü üçlemesi Memoria del fuego’yu (Ateş Anıları) kaleme aldı. 1978’de Latin Amerika’nın en önemli ödüllerinden Casa da América Latina’ya layık görülen Galeano, 1985’in başında Montevideo’ya döndü ve 13 Nisan 2015’te akciğer kanserinden vefat etti.
(PARŞÖMEN EDEBİYAT – Batuhan Sarıcan – Ocak 2021)