73 yaşındaki Nura Alispahic, tüm ailesini Srebenica katliamında ve Tuzla’nın 1995’te bombalanmasında yitirmiş… Şimdi ölmek istiyor çünkü “Yaşamak, ölmekten daha zordur” diyor…
Bütün hayatı iki oğlunun farklı yerlerdeki mezarları arasında gidip gelmekle geçiyor – bir oğlu Tuzla’da, diğer oğlu ise Srebrenica’da gömülmüş…
Nura Alispahic, tüm ailesini 1992-1995 yıllarında yaşanan Bosna savaşında yitirmiş. Kocası Alija, 1993’te Srebrenica’da öldürülmüş, iki yıl sonra ise her iki oğlu da öldürülmüş…
Tuzla’da 25 Mayıs 1995’te 24 yaşında olan oğlu Admir öldürülmüş…
15 yaşındaki oğlu Azmir ise 17 Temmuz’da Srebrenica katliamı çerçevesinde Sırp “Akrepler” Birliği tarafından öldürülmüş – bu katliamda Ratko Mladic komutasındaki Boşnak Sırp ordusu 8 bin Boşnağı katletmişti…
10 yıl önce Srebrenica’ya dönüş yapan Nura Alispahic, ölümden çok daha zor olan şeyin yaşamak olduğunu anlatıyor…
“Artık beni ziyaret edecek olan kimsem yok. Hayat benim için herhangi bir anlam taşımıyor… Çocuklarım ve eşim varken, hayatın bir anlamı vardı. Tümü de öldürüldü… Şimdi hayatımı yalnız yaşıyorum ve hastayım” diyor.
Srebrenica katliamında erkek kardeşini, 12 yeğenini ve başka beş diğer yakın akrabasını da kaybetmiş…
Tuzla’daki katliamı anlatıyor:
“Küçük radyomuzdan Tuzla’daki katliamla ilgili haberleri dinliyorduk… Sonra öldürülenlerin isimlerini okumaya başlamışlardı, oğlum Admir’in adını okuduklarını da duydum. Evim komşularla doluydu… Onlara “Oğlum Admir’in adını da okudular” dedim ama komşularım “Herhalde yanlış duydun” dediler bana…”
Komşuları ve akrabaları iki gün boyunca onu ziyaret etmeye devam etmişler…
“Bunu neden yapmışlardı, anlayamıyordum… Kızkardeşime Admir’in öldürülmüş olup olmadığını sorunca ağlamaya başladı ve “Evet” dedi. O zaman düşüp bayıldım… Bir doktor beni kendime getirdiği zaman bir bıçak alıp kendimi öldürmeye çalıştım. Komşularım beni durdurdu” diyor.
Nura Alispahic, oğluna son bir kez veda edemediği için üzüntüsünün katlanarak büyüdüğünü anlatıyor.
Srebrenica kenti Bosnalı Sırplar tarafından kuşatılmış olduğu için o günlerde Tuzla’da oğlu için yapılan cenaze törenine de katılamamış…
“Ancak Temmuz 1995’ten sonra Srebrenica düştükten sonra Tuzla’ya gidebildim… Akrabası olanlarla buluştum. Beni karşılayacak herhangi bir akrabam yoktu” diyor.
“Admir’in bir arkadaşı beni bekliyordu… Admir’in yoldaşları ve poisten eski arkadaşları beni Slana Banja’ya götürdüler. İlk kez oğlumun mezarını görüyordum. Bu duyguyu anlatacak sözcük yoktur” diyor.
Admir’in öldürülmesinden birkaç ay sonra da 17 Temmuz 1995’te “Akrepler” tarafından daha genç olan oğlu Azmir öldürülüyor…
Oğlunun öldürülmesine ilişkin film yayınlanmış ve kendisi de bu filmi televizyonda seyretmiş…
Srebrenica düşmeden oğlu başka bazı askerlerle birlikte ormana gitmiş…
“O günlerde Tuzla’daydım. Her gün ikinci oğlumla ilgili bir şey görebilirmiyim diye televizyon izliyordum. Bir akşam bir kayıt yayınladılar. “Akrepler” birkaç genç adamı yanlarına alıp gidiyorlardı, onu dövmeye başladıklarında oğlum Azmir’i tanıdım bu alınanlar arasında ve ağlamaya başladım. Ancak onları vurmaya başladıklarında bayılmışım…”
Savaştan sonra kızını da kaybetmiş. Kızının sevdiklerinin ölümünden ötürü üzüntüden öldüğüne inanıyor. Nura Alispahic adalete inanmıyor.
“Srebrenica’ya ölmek için geri döndüm” diyor…
“Kesilmiş bir ağaç gibiyim… Ne canlıyım, ne de ölüyüm… Adalet yoktur ve asla adalet olmayacaktır…” diyor.
Tuzla’da aralarında Admir’in de bulunduğu 70 kişiyi öldürmek ve 150 kişiyi yaralamaktan Novak Djukic mahkum edilmiş tek kişi…
Bosna-Hersek Mahkemesi, Djukic’e 20 yıl hapislik cezası vermiş ancak o şimdi özgür çünkü 2014’te Sırbistan’a kaçmış.
Belgrad’taki Sırp Yüksek Mahkemesi, 2008 yılında aralarında Azmir’in de bulunduğu beş Boşnağı öldürmekten “Akrepler”e ceza vermiş. Bu birliğin komutanı Slobodan Medic 15 sene hapisliğe, Branislav Medic 20 sene, suçunu itiraf eden Pero Petrasevic ise 13 sene hapisliğe mahkum edilmiş.
(BALKAN INSIGHT’tan derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ – 28.5.2017)
BASINDAN GÜNCEL…
“NATO’dan Antifa’ya: Bir Afgan’ın Yunanistan’a yaptığı yolculuk…”
Patrick Strickland
Bir Afgan mültecinin savaş nedeniyle parçalanmış yurdundan yolculuğu, onun Yunanistan’ın sağcı Altın Şafak partisine karşı mücadelesiyle sonuçlandı
Yaklaşık bin kişi Yunanistan’ın başkenti Atina’nın sokaklarında bayraklar ve afişlerle ilerliyorlar ve nihayetinde polis barikatlarının ve tam teçhizatlı, kalkanlı polisin önünde duruyorlar.
Nisan ayı ortasının bu gürültülü öğleden sonrasında polis, anti-faşist -ya da Antifa- göstericilerin, Yunanistan parlamentosunda 17 sandalyesi olan neo-faşist partinin, Altın Şafak’ın ofislerine doğru yürüyüşlerini sürdürmelerini engelliyor.
Anarşistler, komünistler ve diğer ırkçılıkla mücadele gruplarından oluşan Antifa eylemcileri, Altın Şafak hakkında Yunanca sloganlar atıyorlar. “Ne parlamentoda, ne başka yerde!” diye slogan atıyor kırmızı bayrak taşıyan bir grup gösterici. “Her yerde faşizmi dağıt!”
Protestonun ön cephesinde, 40 yaşındaki bir Afgan mülteci olan Masoud Qahar duruyor. Siyah bir tişört giymiş ve zeytin rengi bir beyzbol şapkası takmış, kırmızı renkteki büyük bir pankartın ucundan tutuyor: “Altın Şafak’ın ofislerini kapatın. Neo-Nazi katilleri hapishaneye gönderin.”
Qahar pek Yunanca bilmiyor, fakat protestocuların sloganlarına katılıyor, 2013’te Altın Şafak’ın bir ofis çalışanı tarafından bıçaklanarak öldürülen bir anti-faşist rapçiyi kastederek, “Pavlos Fyssas yaşıyor. Nazileri dağıt!” diye haykırıyorlar.
Qahar, 2015 yılının sonlarında Yunanistan’a gelmeden önce Altın Şafak’ı hiç duymamış olmasına rağmen, Atina’daki Antifa gösterilerinin demirbaşına dönüşmüş. “Ayda altı ya da yedi kez gidiyorum” diye tahmin ediyor. “Anti-faşistlerin yanında, mücadelede ilk sıradayım. Bunu seviyorum.”
Atina’nın eteklerinde bulunan Elliniko mülteci kampındaki sıkışık çadırına geri dönen Qahar, Taliban’dan ölüm tehditleri aldıktan sonra, NATO’nun lojistik görevlisi olarak çalıştığı yaşamını 2015 yılının sonunda bırakıp Yunanistan’a doğru 5.000 kilometreyi aştığını belirtiyor.
“Beş yıl boyunca NATO ile birlikte çalıştım” diyerek, eski işverenine ülkeden ayrılmasına yardım etmesi için ne kadar çok çağrıda bulunduğunu açıkça söylüyor.
NATO’dan cevap gelmeyince, Qahar Avrupa’ya doğru yola çıkmış.
“Şimdi anti-faşistim” diye gururla eklemeden önce, gerek NATO’yu gerekse Taliban’ı “faşizmin evleri” olarak tanımlıyor.
Taliban saldırısı
2012’de, Qahar başka bir ilde konuşlandırılırken, Taliban savaşçıları Kabil’deki evine saldırarak 26 yaşındaki kız kardeşi Hatira’yı öldürüp babası ve kardeşini yaralamış.
Evine döndüğünde sadece kuzenini, ağlarken, ne olduğunu anlatmayı reddedip ailesiyle hastanede buluşması için ısrar ederken bulmuş.
“Annemi ağlarken buldum” diyor, gözlerinden yaşlar akıyor annesinin olanları aktardığı anı anlatırken.
“Bizim kaderimiz bu” diyor.
Kaçakçıların yardımıyla sınır muhafızlarından ve haydutlardan kaçınırken, Qahar sınırları aşmış, dağlara tırmanmış, tarlaları dolaşmış ve botlara binmiş.
Anakara Yunanistan’a geldikten sonra, Makedonya’nın sınırlarını mülteci ve göçmenlere kapatmasından sonra yolda kalan binlerce kişinin barınağı olan, hazırlığı olmayan bir kampın bulunduğu Idomeni kasabasına giden bir trene atlamış.
Üç gece orada kaldıktan ve dikenli tel örgü çitlerden geçmeye çalışırken polisle çatıştıktan sonra Atina’ya dönmüş ve Elliniko kampının dışında uyumak için bir yer bulmuş.
“Altı ay boyunca çadır olmadan yattım” diyor ve bir kamp sakininin ona bir battaniye verdiğini ekliyor. Daha sonra, birisi ona bir çadır satın alması için 12 avro vermiş.
Bir anti-faşist haline geliş
Qahar, Göçmen Bakanı Yiannis Mouzalas’ın 6 Şubat’a doğru kampa yapacağı ziyarete karşı büyük bir gösteri hazırlamak için Elliniko’daki mültecilere yardım eden Yunan ırkçılık karşıtları ve mültecilerle dayanışma aktivistleriyle bağlantı kurmuş.
Kamp sakinleri, koşulların iyileştirilmesi taleplerini dinlemek zorunda kalana kadar Mouzalas’ın ve polis eskortunun yıpranmış kampa girmelerini engellemiş.
Qahar daha sonra Atina merkezli anti-ırkçı ve anti-faşist bir grup olan Keerfa’nın örgütçüleriyle yakınlaşmış ve sağcı gruplara karşı protesto gösterilerine katıldığı gibi, onlara tercüme projeleri ile ilgili yardım etmeye de başlamış.
İki yıl önce, suç örgütü işletmekle suçlanan 69 Altın Şafak üyesi ilk kez bir mahkemeye çıkarıldı. Duruşma yavaş ilerlemesine rağmen, yüz binlerce kişinin savaştan kaçtığı ve ekonomik yıkımın uğradığı bir ülkedeki mülteci krizi sırasında partinin kazanma kabiliyeti engellenmiş oldu.
Yine de eleştirmenler, partinin bir parçası olan ya da ona yakın olan bazı kişilerin şiddet kullanmaya devam ettiklerini iddia ediyor. Antifa eylemcileri, mart başında bir sabah Altın Şafak’ın ofisinin pencerelerine balyozlarla saldırdıktan sonra, bir grup adam bu vandalizme katıldığına inandıkları bir üniversite öğrencisine saldırıp hastanelik ettiler.
Altın Şafak’ın kurucusu ve lideri olan Nikolaos Michaloliakos şiddeti kınadı, ancak polis daha sonra saldırı üzerine, Michaloliakos’un eski bir çalışanı olan 42 yaşındaki bir parti üyesini tutukladı.
Rosa Luxemburg Vakfı’ndan ve Altın Şafak İzleme Örgütü’nden Electra Alexandropoulous yeni saldırıların, tutucu partinin şiddeti reddettiklerine dair iddialarının inandırıcı olmadığını gösterdiğini açıkladı.
“Onlar değişemezler… şiddetleri doğaldır” diyor. “Onlar açıkça hâlâ Neo-Naziler. Sadece kandırılmak isteyenleri kandırıyorlar.”
Keerfa ulusal direktörü ve Atina’da bir belediye meclisi üyesi olan Petros Constantinou, Altın Şafak’ın, devam eden mülteci krizinden önce, göçmenlere, solculara, sendikacılara ve eleştirmenlere saldırarak ve polislerin varlıklarını tolere ettiği mahallelerde küçük gruplar oluşturarak temellerini inşa ettiğini açıklıyor. “Ancak onlara karşı daima mutlak çoğunluğu oluşturuyoruz” diyor.
Constantinou, “Altın Şafak, bazı mahallelerde ve adalarda … genişlemeyi denedi ve bu kampanyaların hepsinde tek tek binlerce gösteriyle yenildi” diye ekliyor.
“Mülteci ve göçmenler sadece ziyaretçiler değil, hareketi(mizi)n güçlü bir parçasıdır. Mücadele etmek için onlarla birlikte örgütleniyoruz.”
“Korkmuyorum”
Altın Şafak’ın şiddet tarihine rağmen, Qahar kendisine dikkat çekmekten korkmadığını söylüyor. Mart ayında Atina’daki merkezlerinde görünmüş ve bir şaka olarak iş başvurusunda bulunmuş.
“Ben [iş] istediğimde yüzlerini görmek istedim” diyor gülerek. “İçeri girdim. Bu kalın enseli büyük adam oradaydı. ‘Merhaba, ben bir mülteciyim ve bir işe ihtiyacım var’ dedim. Bana defol git diye bağırdı.”
Yerinden edilmiş, yoksul ve marjinalize edilmiş olan birçok mülteci ve göçmen, Yunanistan’daki protesto hareketlerinde aktif bir rol oynamazlar.
Buna rağmen, Qahar, anti-faşist mücadeleye katılımını bir görev olarak gördüğünü söylüyor. Kamplarda iyi ilişkiler kurmuş, kendisini, bir yanda mülteci ve göçmenler, diğer yanda da Rumlar arasında bir köprü olarak görüyor.
“Bütün insanlar için savaşmak istiyorum” diyor. “Mesela sokağın kenarında uyuyan birini göremem…. Neden sessizce oturursun? Yardım etmeyi dene.”
Qahar, “Yunanistan kendi ülkeleri olmadığı” için mültecilerin ve göçmenlerin “tek başlarına mücadele edemeyeceği” konusunda ısrar ediyor.
“Biz bir el gibiyiz. Eliniz açıksa, birisi parmağınızı kırabilir; ancak bir yumrukla kapatırsan, kimse yumruklarını durduramaz” diye devam ediyor.
Mültecilerin, işçi sınıfının, dini azınlıklar ile diğer marjinal grupların, aşırı sağ düşüncenin yayılmasının engellenmesinde ve devletin kemer sıkma ile göç politikalarına meydan okumasında ortak bir çıkarı paylaştıklarını belirtiyor.
“Korkmadım” diyor Qahar meydan okurcasına. “Öncelikle kendimi savunabilirim. İkincisi, yalnız değilim. Arkamda binlerce Yunan ve mülteci var… Arkada bir duvar gibi duran çok sayıda arkadaşım ve yoldaşımız var.”
[Al Jazeera’deki 23 Mayıs tarihli İngilizce orjinalinden Evren Yurttaş tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
(SENDİKA.ORG – Patrick STRICKLAND - 28.5.2017)