Ve Bridget Jones geri döner, muhteşem diyemeyeceğim ama hoş bir gelişme yaratır girişini 18 yıl önce yaptığı ‘Özgür ama aklı karışık Kadın’ dünyasında. Ellili yaşlarında hâlâ otuzlarındaki kadar şaşkın, sakar ve bir o kadar da aklı karışık.
Belki Ece Temelkuran’ın dediği gibi ‘Bütün kadınların kafası karışıktır’ ve bu asla değişmemektedir. Belki de kafa karışıklığının aslında kadını erkeği yoktur. Hepimizin, her daim kafası karışıktır, sadece kadınlar bunu paylaşma cesaretini gösterebilmektedir. Kafa karışıklığı ‘zayıflıktır’ çünkü, tıpkı ağlamak gibi ve bu lüksü sadece kadınlara bahşetmiştir sosyal rollere karar verenler.
‘Güçlü Kadın’ rolünü üstlenmişsen eğer bak, bu lüks hakkından bilerek vazgeçmen gerekir. Sonra ‘demedi’ deme!
Çünkü ‘Güçlü Kadın’ ne istediğini bilir, herkesle, herşeyle, her koşulda savaşır, söke söke alır! Öyleymiş...
Aynı anda çevirdiği eş, evlat, anne, dost, çalışan, komşu, kardeş, aşçı, temizlikçi, sporcu, politikacı, entellektüel, sanatçı, aktivist, vb... toplarını havada tutmayı bilir. Arada bir tanesi yere düşecek olsa asapları bozulur hemen;
Kaybetmek mi? O da nedir? Sözlüğünde yoktur böyle bir kelime.
Hemen toparlar, toparlanır, baştan başlar, daha bir hırslanır.
Ağlayan erkeğe sempati duymasını öğrense de, aslanlar gibi savunsa da duyguların özgür kılınması gerektiğini, hemcinsinin gözyaşına tahammülü yoktur ‘Güçlü Kadın’ın’.
‘Bu ne zayıflık? Toplasana kendini, sen güçlüsün, unutma!’ diye en sevdiklerini azarlama kapasitesine sahiptir O. Kendine karşı daha da acımasızdır, ‘güçlü olma’ görevini eksiksiz yerine getirirken.
Derken bir uçak yolculuğunda birden firar eder sistematikçe bastırılan duygular. Önlerine çekilen barajda açılan minik bir çatlak yetmiştir, yılların sabrıyla inşaa edilmiş o heybetli yapının yerle bir olmasına. Karizmanın kurtarılacak bir tarafı da kalmamıştır üstelik, gerçek anlamı ile etrafı su basmıştır.
Hosteslere ciddi bir panik yaşatırken, ağlayan kadınlara sık sık savurduğu küçümseyici bakışları hatırlar, utanır ‘Güçlü Kadın’. Bir kez açılmıştır ya vanalar, o ana kadar özenle içinde biriktirdikleri, eşden dosttan dahi sakladıkları, saçılır ortalık yere. Bakakalır...
Neyse ki hâlâ kendi ile dalga geçmeyi biliyordur. ‘Güçlüymüş, hah, bak sen, bu da sana kapak olsun!’ der, gülümser. Karşısında hostesin anlayışlı bakışlarını bulur, nazikçe uzattığı mendille kurular gözyaşlarını. Neyse ki tüm kadınlar ‘Güçlü’ görüneyim derken acımasız bir kendini beğenmişliğe kapılmıyordur.
Helen Fielding’in 18 yıl sonra yeniden hayat verdiği Londralı Bridget Jones karşınıza bir yığın etik sorular yığarken, felsefenin dibini vuruyor ve bunu o kadar çocuksu bir şaşkınlıkla yapıyor ki, Bridget’in artık 51 yaşında olduğuna inanasınız gelmiyor. Oldukça zekice yazılmış, komik bir kitap ‘Mad about the boy’, elinizden bırakamıyor, kahkahalarınıza hakim olamıyorsunuz.
Tıpkı Funda Mentaloğlu’nun trajikomik öykülerini okurken olduğu gibi. Funda İstanbullu, özgür, vurdumduymaz, zaman zaman derbeder, toplum kurallarının dışına taşmış bir ressam. Bridget’in modern hali, kendine güveni gelişmiş, metafizikten anlayan, okuyan, seyahat eden, hayatın sırrını çözmüş bir züğürt entel.
Yine Bridget dönemlerinde yaratılmış ve dünya çapında inanılmaz bir başarı yakalamış, bir dolu ‘modern’ kadının ekolü haline gelmiş New Yorklu Carrie Bradshaw’a daha çok benziyor aslında.
Bu üç karakter gerçek aslında, yazarlarının veya dostlarının başından geçen öyküleri yaşıyorlar. Hiç çekinmeden zaaflarını, iç çatışmalarını, korkularını ve kendi ile hesaplaşmalarını açıkca okuyucunun önüne sermekten geri kalmıyor yazarlar.
Bridget Jones’un yaratıcısı Fielding kitabını imzalamak konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamıyor. Karakterinde kendini bulan on milyonlar sayesinde beyazperdeye taşınıyor, sayısız baskılar yapıyor, yabancı dillere çeviriliyor.
Candice Bushnell 1990 yılların başında ‘New York Observer’ gazetesindeki köşesinde yaratıyor Carrie Bradshaw’u. İnanılmaz sükse yapan Carrie maceraları önce kitap, sonra dizi, daha sonra da filmlerde devam ediyor. Kadın kimliği batıda yeniden yaratılıyor.
20 kusur yıl sonra benzer özelliklerde bir kadın karakter İstanbul’da doğuyor, okuyucuya aynı duyguları yaşatıyor. Tüm genel ‘doğruları’ pervasızca yerle bir ediyor, kendi kurallarını koyuyor. Yaşamı sınırsızca kucaklarken sizi öyküsünün içine öyle bir çekiyor ki, bir kaç hafta Funda ile birlikte yaşıyormuşsunuz hissiyle geziyorsunuz.
Funda’nın yaratıcısının kim olduğunu bilmiyoruz. Bu kadar cesur, zeki, komik bir karakter yaratan kalem romanına kendi adını yazamıyor. Nedeni açık ve Duygu Asena’dan otuz yıl sonra bir kez daha, bir kadının daha, adı yok bizim gibi toplumlarda.
İsimli ya da isimsiz birileri çıkıp yazıyor neyse ki de, artık kendimizi yalnız hissetmekten kurtuluyoruz. En güçlü görünenlerin en zayıf olabileceğini, zayıflıkların hepimize ait olduğunu ayrımsıyoruz. Hatalarımıza da en az başarılarımız kadar sahip çıkabilmeyi öğreniyor, esas gücün devekuşu misalı başını kuma gömmek değil, duygularını geldiği gibi kabul etmek ve yaşamak olduğunu öğreniyoruz.
O zaman güçleniyoruz işte, gerçek anlamda...
23 Ağustos 2014
Münih