Brüksel izlenimleri ve “bizde neden yok” sendromu

İbrahim Özejder

 

Tatil için Brüksel’deydik…
Açıkçası Belçika başkentini çok beğenmedim. Bana kişiliksiz bir kent gibi geldi. Bağıra bağıra “Ben Brükselim” diyen bir tarafı yok. Ayrıca şimdiye kadar gördüğüm en pis Avrupa kenti.

Bu negatif izlenim tabii ki kentin huzursuz, güvensiz, yaşanmaz bir yer olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine günlük hayatın kolaylığı, insan hakları, insana verilen değer, güvenlik ve huzur açısından Batı ve Kuzey Avrupa’nın öteki kentlerinden farkı yok.

Zaten, tatil için Avrupa’ya bu yüzden gitmiyor muyuz? Buralarda bulamadığımız huzuru, insanca muameleyi, saygıyı, birkaç haftalığına olsun yaşamak…

Dönüşün dayanılmaz sıkıntısı

Ancak bu tatilin bir de dönüşü var, rüya bittikten sonra yaşadığımız koşullara nasıl uyum sağlayacağız? Çoğumuz, “onlarda var da bizde neden yok, bizim suçumuz ne ki bu ülkede doğduk?” gibi yanlış sorularla kendimizi  sıkıntıdan sıkıntıya sokuyoruz. Bitmez tükenmez bir şikayet fırtınası, onu suçlama bunu suçlama ile kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz; coğrafyamızdan, ülkemizden, insanınızdan, kendimizden nefret ediyoruz.

Soruna yanlış yaklaştığımız için kısır bir döngünün içinde debelenip gidiyoruz, çözüm yerine daha çok çatışma üretiyoruz.  Kendimizi gelişmiş ülkelerle kıyaslarken birbiriyle bağlantılı üç temel yanlıştan kurtulamıyoruz.

Kendi rolümüz ne?

1. Batı’nın bugünkü düzeyine nasıl geldiğini bir türlü algılayamıyoruz. Sanki bazı tesadüfler, mucizeler veya tarihin yanlışlıkları oralarda başka bir dünyanın doğmasına yolaçmış gibi. Halbuki yüzlerce yıl öncesinden bugüne ne süreçler yaşandı, ne mücadeleler verildi, ne bedeller ödendi oralarda. Bunları öğrenmeye çalışmıyoruz. Halbuki en azından Batı kentlerine gidenler, müzelerde ve başka olanaklarda öğrenecek çok şey bulabilirler.

2. Kısa sürede onların düzeyine ulaşabileceğimizi sanıyoruz. Gelişmişliğin geri planını kavrayamadığımız için, mucize bir dokunuşla Batı ülkelerinin seviyesine gelebileceğimizi sanıyoruz. Siyasete, liderlere, ekonomik programlara mucize arayışlarıyla yaklaşıyoruz.

3. Bir yerden birşeyler yapmaya başlayamıyoruz. Sorun doğru saptanmadığı için, bir yerlerden mucize beklendiği için, hayatın hiç bir alanında iyiye yönelik bir adım atamıyoruz. Atamadığımız için de kendimize güvenimiz kalmıyor, yaşadığımız coğrafyayı sevmiyoruz, çevreye sahip çıkmıyoruz, birbirimizle didişip gidiyoruz.

Bir memur davranışının analizi

Toplu müze bileti almak için Brüksel’de bir enformasyon ofisine gittik. Görevli bize hemen iki broşür verdi. Biz bir köşeye çekilip incelemeye hazırlanırken, o sayfa sayfa anlatmaya, alternatifleri açıklamaya başladı. Sonra bize Brüksel’de kaç gün kalacağımızı sordu. Şaşırdık ama cevapladık, üç günün sonunda Brugge’e gideceğimizi söyledik. “O zaman iki günlük toplu müze bileti alın, süreniz biletin ilk okunuşu ile başlar, şu müzden başlayın, yarın şuralara gidin, birbirlerine çok yakındırlar, son gün biletin bitiş saati şu müzeye gidin, çünkü dolaşmak çok zaman ister ama siz girdikten sonra bilet süresinin bitmesi önemli değil” diye on beş dakika anlattı. Sırada bekleyenlere baktık ve bu kadar ilgi karşısında mahcup olduk. Yeterli bilgi aldık diye uzaklaşmaya çalışıyoruz ama görevli anlatmaya devam ediyor.

Türkçe “güle güle”

En son nerelisiniz diye sordu. Kıbrıs’ın Türkçe konuşulan Kuzey’inden deyip, çok teşekkür ederek ayrıldık. Çıkış kapısına yaklaşırken “güle güle” diye bir ses duyduk. Muamele karşısında deyim yerindeyse eriyip bitmiştik.

Düşünebiliyor musunuz? Görevli, 15-20 saniye içinde internette çeviri sözlükten karşılığını bulup bizi Türkçe ile uğurluyordu. Hem mutluyduk, hem şoktaydık. Hizmet çok güzel ama bu kadarı da fazla değil miydi? Niye bize böyle davrandı? Biz kimdik? Ayrıcalıklı mıydık?

Memur istisna değil

Sonraki günlerde gerek görevli, gerek sıradan insanların davranışlarını görünce, Enformasyon memurunun performansının bir istisna olmadığını anladık. Eğer bizi mutlu eden bu davranışların nasıl geliştiğini doğru analiz edemezsek, dönüp “bizim memurlar böyle mi? Suratları asık, sormazsan bir şey söylemezler, sorarsan sana suçlu gibi davranırlar” diye klasik serzenişlere başvurursak, çözümsüzlük girdaplarına dalmaktan başka bir şey yapmış olmayacağız.

İlk anda dikkatimizi çeken, olumlu davranışın kamu görevlileriyle sınırlı olmadığıdır. Sokaktaki Belçikalı da bizi bıktırana kadar yol tarifi yapmaktan kaçınmadı. İnsanlar saygılı, yardımsever davranırken bir zorlama, bir sıkılma da hissetmedik. Demek ki toplumsal bir içselleştirme sözkonusu.

Meselenin eğitim, denetim ve yaptırım gibi boyutları, elbette bizim gözlemlerimizi aşan süreçlerdir. Ama, öğrenilmesi gerekir ki “nasıl biz de öyle olabiliriz?” sorusu doğru yanıtlanabilsin.

 

-----------------------------------------------------------------------

Bir Fotoğraf ve AB’nin Sosyal Adalet Boyutu

Brüksel Avrupa Birliği’nin de merkezi sayılır. Birliğin en önemli yönetim organı Avrupa Komisyonu başta olmak üzere, bir çok kurumun merkezi Brüksel’dedir.

AB Komisyonu ve öteki AB kurumları binalarının yoğunlaştığı Brüksel semtine bir dolaşınca hayretler içinde kaldık. Devasa, estetikten uzak binalar, çarpık yapılaşma, inanılmaz bir inşaat furyası, inanılmaz bir karmaşa. Annan Planı döneminde bizde yaşanan inşaat furyasının sanki bir benzeri.

Yeni yeni inşaatlar, AB’nin dağılacağı iddialarının çok anlam taşımadığını gösteriyordu. Ama öte yandan devasa, estetikten uzak ve ulaşılmaz gibi görünen binalar, vahşi kapitalizmin AB’yi tam anlamıyla tahakkümüne aldığını sembolize eder gibiydi de.

Halbuki 1980’lerin sonunda Avrupa Topluluğu AB’ye dönüşürken, birliğin sadece ekonomi değil,  insan hakları, sosyal adalet ve bir hümanizma projesi olduğu da söyleniyordu. Brüksel’deki AB semtinin dıştan görünüşü, açıkçası bize humanist bir çağrışım yapmadı.

Yunanistan ve başka üye ülkelerdeki sefaleti, adaletsizlikleri önleyemeyen AB’nin sosyal boyutu sorgulanırken, AB Komisyonu binasının önünde çektiğimiz bir fotoğraf, düşüncelerimizin ispatı gibiydi.

Binanın sadece 10-12 metre uzağında, Brüksel’de çokça gördüğümüz dilencilerden biri faaliyet halindeydi.