Bu acının ilacı Kıbrıs’ta…

“(…) Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca ‘dur!’ diyen olmaz artık Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık hiçbir çığlık Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağa

 

 

“(…) Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca ‘dur!’ diyen olmaz artık

Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler

Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık hiçbir çığlık

Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar…”  (B. Brecht)

 

* * *

PKK tarafından Hakkâri’de gerçekleştirilen saldırıda resmi rakamlara göre 24 gencecik insan toprağa düştü. Aynı gece Bitlis’te 4’ü sivil 12 kaybı da hesaba katarsanız Türkiye bir gecede 40 insanını yitirdi. Bu; dünyanın hiçbir coğrafyasında kabul edilebilir, sindirilebilir, tepkisiz kalınabilir bir trajedi değildir.

Bundan birkaç hafta önce Bulgaristan’da 1 gencin, o da trafik kazasında hayatını kaybetmesiyle başlayan olayların nasıl bir etnik öfkeye dönüştüğü hatırlanırsa; son 30 yılda on binlerce insanını çatışmalara kurban vermiş Türkiye’nin hâlâ, her şeye rağmen sağduyusunu koruyabilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek kolaylaşır.

Yaşadığımız onca badireye rağmen Anadolu insanı, Türk’üyle, Kürdüyle, Çerkezi, Lâz’ı, Ermenisiyle bir arada yaşayabilmenin zorlu mücadelesini veriyor. Etnik milliyetçiliğin ayrışmayı ve nefreti körükleyen, şiddetle beslenen diline karşı Anadolu insanının bir aradalığını sürdürmek için harcadığı yüzyıllardan süzülen sabır ve metaneti koruması asıl büyük ve inanılmaz mücadeledir.

Yaşadığı sayısız acının eğittiği sessiz bir çoğunluk, evlerinin içine atılan ateş toplarını söndürmeye çalışırken taş olsa çatlar dediğiniz olaylar karşısında öfke ve acılarını kontrol etmek için üstün bir çaba sarf ediyor.

Öfkeye yenilip, nefretin o yürek soğutan, yüreği soğuttukça katılaştırıp hissizleştiren ikliminin etkisine girenler ne yazık ki ne yaptıklarının farkında değiller… “Bıçak kemiğe dayandı, artık ne olacaksa olsun” dediğinizde, keşke olabilecekleri kestirebilme, kontrol edebilme gücünüz de olabilse… Ama yok… Öfke kınından çıktığında bizimki gibi coğrafyalarda öyle bir kan deryasına dalarsınız ki, bedelini kuşaklar boyu ödeyemezsiniz…

Böylesi zor günlerde metanetinizi koruyup, öfkenizi kontrol etmeye çalıştığınızda ve daha büyük yangınları tetikleyecek nefrete teslim olmak yerine barış dilini kullanmayı seçtiğinizde, herkesin nefret öznesine dönüşmeyi de göze almış olursunuz…

Nefretin safları o kadar şaşırtıcı bir hızla berraklaşıp kristalize olmaktadır ki, siz daha bunun şokunu yaşarken sizden “taraf olmanız” beklenir. Ya “onlardansınızdır” ya da “onlardansınızdır”!… Ortası yoktur bunun “onlar” için…

Barışı ve kardeşliği savunmak “ortada” olmaktır “onlar” için.

Ve onlar “ortada” olan ne varsa imha ettikçe keskinleştirdiklerine inanırlar saflarını…

Önce “ortalık” temizlenmelidir ki, son kanlı kavgaya yer açılsın! Bunun için küçümsenir, değersizleştirilir, hümanist ve fazlasıyla liberal barışçıl söylemler tasfiye edilir öncelikle ki savaş trampetlerinin sesi netleşsin…

Çünkü “onlar” için “savundukları şey mevzubahisse, geri kalan her şey teferruattır”…  Ve siz ve sizin içinizi parçalayan ölümler, acılar, çığlıklar da dâhil olmak üzere hepiniz bir teferruat haline gelivermişsinizdir…

Belki de asıl şaşırtıcı olan, sizi artık bir teferruat olarak görmeye başlayanların o kadar da uzağınızda olmadıklarını görmektir… Bir gece komşunuz için, herhangi bir arkadaşınız için teferruata dönüşüverme hızınızdır şaşırtıcı olan… Öfke tehdide, tehdit şiddete, şiddet imhaya ne zaman ve nasıl da kolayca dönüşür şaşarsınız…

Nefret günlerinde taraf olmak belki de en konforlu tutumdur. Kendinizce haklı olana karar verir, haklılığınıza sonsuz bir güvenle, haksız olduğuna inandıklarınıza karşı nefret söyleminin büyütülmesine katkı sunarsınız… Hiç değilse bir taraf nefret eder sadece sizden…

Ortalık yangın yeriyken, her yeni gün daha da gürleşen kan nehrinde sürüklenen genç bedenlerin sayısı artarken barışı ve kardeşliği savunmak zordur. Ama yaşadığınız coğrafyaya kendinizi borçlu ve sorumlu hissediyorsanız, daha fazla genç insanın toprağa düşmesini istemiyorsanız, ülkenizin kanlı bir iç savaşa doğru gittiğini görmenin şiddetli ürpertisiyle uykularınız kaçıyorsa barış ve kardeşlikten başka sarılacağınız değer yoktur artık… Bu, dünya tarihinden, farklı coğrafyaların deneyimlerinden edinmiş olduğunuz bilginin sonucudur… Ve bilmek, sizi cehennem ateşine götüren yolda omuzlarınıza yüklenmiş odun balyasıdır…

Benim talihsizliğim, yarım asra yaklaşan ömrüme halkların kardeşliğini vazeden bir enternasyonalizmin sızması ve daha da fenası, yolumun Kıbrıslı Türkler ile kesişmesi oldu… Bölünmüş, komşuları tarafından babaları, ağabeyleri boğazlanmış, kaybedilmiş insanların yaşadığı bir coğrafyada tutunamamanın, oradan oraya savrulmanın, itilip kakılmanın, günün sonunda da geleceğe güven duygusunu yitirmenin ne demek olduğunu gördüm ben Kıbrıslı Türklerin göz bebeklerinde… Ürktüm bundan… Çoğu dostum bilmez ama ben Kıbrıslı Türklerle iç içe geçirdiğim bunca zamanın sonunda en çok “ürkmeyi” öğrendim onlardan…

Belki de anlaşılması en zor şeydir, köyünü, evini, çocukluğunu, gençliğini terk edip göçmek zorunda kalmış, komşuları tarafından babasının, ağabeyinin öldürüldüğüne tanık olmuş insanların hala daha inat ve kararlılıkla barışı savunmaları…

Ben Kıbrıs’ta en çok bu dehşetli sorunun yanıtını aradım… Ve ne kötü ki çoktandır “biliyor olmanın” acısıyla kavruluyorum…

Çok tuhaf bir rastlantı belki… Tam da ülkemde 40 insanın toprağa düştüğü gece, Kıbrıs’ta dostlarla bir şeyler yiyip, sohbet etmek üzere gittiğimiz mekânda CTP Genel Başkanı Sn. Özkan Yorgancıoğlu ile karşılaşmamız.

Daha önce hiç sohbet etme fırsatını bulamadığım Özkan Bey’in, büyük bir incelikle masasına davet ettiği ve Baf’taki çocukluğundan, 45 gün arayla öldürülen 17 yaşındaki ağabeyinden ve babacığından, 74’te birkaç yüz metre ötede sırtında cephane taşıyan genç Yunanlı askeri vurup vurmamak üzere kendiyle hesaplaştığı o birkaç saniyenin sonunda, askere değil de yakınındaki bir hedefe ateş ettiğinden söz ettiği o gece, o saatlerde ülkemde silahların patladığından habersizdim…

Özkan Bey’i dinlerken, daha önce çok benzer anılarını kendi ağızlarından dinlediğim Sevgili Ferdi S. Soyer’in, Kutlay Erk’in, Eşref Vaiz’in ve daha pek çok Kıbrıslı Türk barış sevdalısının anlattıklarının nasıl da birbirine benzediğini fark ettim…

“Bunca acıya, bunca yakın kayba, çocukluk ve gençlik yıllarındaki bu travmaya rağmen nasıl oluyor da hala barış, hala çözüm diyebiliyorsunuz? Nasıl oldu da nefrete, milliyetçiliğe teslim olmadınız, Rumlara karşı öfke geliştirmediniz?” diye sorduğumda hepsinin yanıtı şaşırtıcı biçimde aynıydı: “Başkalarının aynı şeyleri yaşamasına gönlüm razı olmadığı için… “

İstanbul’a dönüp asker analarının acılı haykırışlarını izlerken taş olsanız çatlayacağınız o görüntüler karşısında iki şey söyleyebilirsiniz:

Ya “kanları yerde kalmayacak, intikamları alınacak” ya da “başka bir insan ölmemeli, başka bir ana ağlamamalı…”

Benim talihsizliğim, yolumun hep “başka insanlar ölmesin, başka analar yanmasın, başka ocaklar sönmesin” diyenlerle kesişmesiydi…

Bedelini ödeyeceğiz çaresiz… Yürüdüğümüz cehennem yolunda bir odun balyasını da biz yüklenerek…

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri