“15 Temmuz sabahı Yunanlı subayların denetimindeki Milli Muhafız Ordusu’nun tanklarının Makarios’u devirmek için saraya ilerlediklerini gördüğümde, benim için Yunanistan ölmüştü.”
Bu sözler geçtiğimiz haftalarda kaybettiğimiz Josef (Jus) Bayadas’a aittir. Bütün Kıbrıslıların olduğu gibi, Jus’un hayatında da 15-20 Temmuz 1974 bir dönüm noktası oluşturuyor. Fakat önemli bir farkla: Kıbrıslı Türklerin çoğu 20 Temmuz’da milliyetçi coşkular içinde kötücül sevinç yaşarken ve Kıbrıslı Rumlar milli bir matem içinde zihinleri zehirleyen bir maraza kapılırken, o, Kıbrıs’ın ortak yurt olması için yeni bir mücadeleye atılmaya hazırlanıyordu. Geçmişte yaşanılan acıların milliyetçilikten kaynaklandığını, etnik kimlikler mahpusuna kilitlenerek ülkenin bütün insanlarını kucaklayacak bir şiardan yoksun olduğumuzu düşünüyor ve bunun da Kıbrıs’ı felakete sürüklediğine inanıyordu.
Jus Bayadas, başak türden bir yurtseverliğe ihtiyacımız olduğunu fark ederek, 1975 yılında Yeni Kıbrıs Derneği’nin (YKD) kurucuları arasında yer aldı ve derneğin manifestosunu hazırladı. Yeni Kıbrıs Derneği küçük bir örgüt olmasına karşın önemli işlere imza attı. Örneğin, Makarios öldüğünde (1977) halkın bir hafta boyunca “tapınmasına” sunulan tabutu Yunan bayrakları ile donatılmışken, YKD üyeleri tabutun üzerine Kıbrıs bayrağını koyma cesaretini göstermişlerdi. “Cesaret” diyorum, çünkü o tarihe kadar Kıbrıs bayrağı Kıbrıs Rum toplumunda aşağılanıyor, “paçavra parçası” sayılıyordu. Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğu Kıbrıs bayrağını ilk defa 1974’ten sonra görmüştü. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken Türk ve Helen milliyetçilileri rahatsız olmasın diye bayrak nötr renklerle çizilmişti. Mavi ve kırmızı dışlanarak sarı ve beyaz renklerle çizilen bayrakta, ağzında zeytin dalı taşıyan bir güvercin yer alıyordu. Kıbrıslı Rumlar bu bayrağı hiç sevmemişti. Onlara göre, “Helen Kıbrıs adasının Helen tarihini yadsıyan” bir semboldü bu. Hatta bazıları ironinin dozunu kaçırarak bayrağa “Mehmet’in Vragası” diyordu. Alaycı üslubuyla tanınan karizmatik liderlerinden Glafkos Kliridis, Kıbrıs bayrağını “dünyanın en iyi bayrağı” ilan etmişti. “Çünkü”, diyordu, “hiç kimse bu bayrak uğruna ölmeye hazır değil”. İşte, bu bayrak şimdi Makarios’un tabutunun üstündeydi ve bunu yapan da Yeni Kıbrıs Derneği’nin üyeleri idi. Üstelik, Yunan büyükelçisinin bütün itirazlarına rağmen... Bunda, Makarios’un kuzeniyle evli olan Jus Bayadas’ın önemli katkısı olmuştu.
Jus Bayadas’ın geliştirdiği yurtseverlik anlayışı Kıbrıs’ın bütün insanlarını kapsayan bir yurtseverlikti. En önemlisi, bu ideali kitaplardan değil, hayatın içinden öğrenmişti ve bunu ısrarla hayata geçirmeye çalışıyordu. Liman İşletmeleri müdürü olduğu yıllarda Yılbaşı kartlarını iki dilde hazırlıyordu. Kıbrıslı Türklerin dini bayramlarını Türkçe olarak hazırladığı özel kartlarla kutluyordu. YKD’nin bütün etkinliklerinde Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların ve diğer gruplardan insanların birlikte yer almasına büyük önem veriyordu. Gündelik hayatında sık sık Kıbrıslı Türklerle birlikte oluyordu. İlerleyen yaşına rağmen Türkçe öğrenmek için kurslara katılıyor, titiz bir öğrenci gibi ev ödevlerini aksatmadan yapmaya gayret ediyordu. Evinde Kıbrıslı Türkleri ağırlamaktan -bunu sık sık yapardı- çok mutlu oluyordu.
Jus, kelimenin tam manasıyla bir Aydınlanma çocuğuydu. Dinsel milliyetçiliğin hükmettiği Kıbrıs Rum toplumunda, din ve devlet işlerinin ayrılması için mücadele ediyor, eğitim sisteminin değiştirilmesi, çok-kültürlülüğün yerleşmesi ve iki-dilliliğin yaygınlaşması için durmaksızın çalışıyordu.
Jus, inandığı gibi yaşadı ve yaşadığı gibi öldü. Cenazesi kiliseye teslim edilmedi. Yakılmak üzere Londra’ya gönderildi. Külleri, çok sevdiği Mağusa bölgesine savrulacak...
Ölümünden önce, yurdunun bölünmüşlüğünden kaynaklanan hüznü daha da çoğalmıştı. Parçalanmış ülkesinde barışı görmeden öleceğini düşünmesi ona acı veriyordu. Ne zaman müzakereler başlasa umutlanıyor, uzayınca da umutsuzluğa kapılıyordu. Son müzakere faslı da uzamaya başlayınca, büyük bir düş kırıklığı içinde son nefesini verdi. Ölürken, başucunda Walter Benjamin’in “Tarih Meleği” dolaşıyordu: “Yüzü geçmişe dönüktü. Bizim bir olaylar silsilesiyle karşılaştığımız yerde, o ayağının ucuna savrulan üst üste yıkıntılardan oluşan tek bir felaket görürdü. Melek kalmak, ölüleri uyandırmak ve parçalanmış her şeyi bütünlüğe kavuşturmak istiyordu. Ama cennetten bir fırtına esiyordu; fırtına meleğin kanatlarını öylesine şiddetle yakalamıştı ki artık kanatlarını kapatamıyordu. Bu fırtına karşı konulmaz bir şekilde, meleği arkasını dönmüş olduğu geleceğe doğru savuruyordu.”
Ve geçmişin yaralarını sarmamızı engelleyen bu çaresiz sürükleniş Jus’a çok acı veriyordu. Tek tesellisi, adanın bütün cemaatlerinden insanların cesedinin etrafını sarmasıydı...