İlke Gürdal
ilke8@hotmail.com
‘Devlet kimdir? Kizum, ben varsam onlar var, kimdur onlar, bağa buni bir deyin. Yaylanun devleti da, mahkemasi da, jandarmasi da biziz’. Hafızalarımızda yer eden bu sözler Rize’de 'Yeşil Yol' yapmak isteyenlere karşı doğasına dokunulmaması için dozerlerin önünde bedeniyle direnen ve özsavunma gerçekleştiren Çamlıhemşinli 57 yaşındaki ‘Havva Ana’ lakaplı Rabia Özcan’ a ait. Yaşadığı alana, bölgesinin değerlerine sahip çıkan bu cesur kadının basit ve anlamlı cümleleri hepsimize ders olması gereken türden. Devlet üzerine söylenen bir ton laf coğu zaman bu kadar net bir mesaj vermekten uzak oluyor. Havva Ana’ nın bu tavrı bir ideolojik konumlandırmadan çok bölgesine bağlı, onu korumak isteyen, ve ‘gelişimin’ ya da ‘hizmetin’ büyüsüne kapılmayan bir bölge insanının tavrı olarak değerlendirilebilir.
Neoliberalizmin doğaya, kurumlara ve kamusal alanlarımıza göz diktiği bu günlerde dünyada benzer örneklere rastlamak mümkün ve verilen mücadeleler de benzeşebiliyor. Bizi hızlı bir dönüşümünün içine sokmayı hedefleyen ve kar sağlamak dışında herhangi bir gaye taşımayan bir ekonomik ideolojiden bahsediyoruz. Yarattığı işbirlikçi hükümetlerle ülke içerisine kolayca yayılan bir sömürge biçimi olmasına rağmen süslü bir terminoloji ile (bkz ekonomik akıl) toplumun kalkınmasına hizmet edecekmiş havası da yaratılmakta aynı zamanda. Devletin burdaki rolü ise sorun çıkarmamak ve özelleştirmeleri kolaylaştırmak. Oy verdiğiniz siyasetçiler de doğal olarak sizi hiçbir karar alma mekanizmasına dahil etmiyor. Dirençle karşılaşılan durumlarda ise devletin imdadına da polis koşuyor, Gezi Parkı örneğinde olduğu gibi.
Bir ülkede, bir şehirde, bir köyde yaşayan insanların yaşadığı yere sahip çıkması çok doğal bir tavır olsa gerek. Sonuçta insan kendisini ait hissettiği yerde mutludur, orada üretebilir, aşık olup aile kurabilir ve oradaki kültürün bir parçası olabilir. Çevrenizde sizin günlük hayatınızı etkileyecek bir gelişme yaşandığında da buna bir direnç göstermeniz susup kalmaktan her zaman daha iyi bir seçenektir. Yazının başında bahsedilen Havva Ana ve onun gibilerin tavrı bu yüzden takdir edilesi. ‘Devletin bir bildiği vardır’ ezberinde olmayıp, ‘yaşam alanımıza dokunma’ diyebildikleri için.
Ve en önemlisi de devletin işleyişinin temelinde vatandaşa hizmet mantığının yattığını vurguladıkları için. Gezi Parkı direnişinde de mesaj basitti : ‘ Benim yaşam alanıma dokunma, benim için karar verme’. Az sayıda sosyalistin başlattığı bir sessiz oturma eylemi ülke çapında bir direnişe dönüştü.
Küresel olarak tehdit altındayız. Gelişmiş olan ülkelerde de mevcut büyüme politikaları sorunlu olmakla beraber, özellikle gelişmekte olan ülkelerde uygulanan ‘kalkındırma’ programları doğayı tahrip eden ve kenti metalaştıran bir anlayışa sahip. Yeşil alanların yerini AVM’ ler almakta, insanları kolektif düşünceden uzaklaştırıp artırdığı tüketimle ayrıcalıklı konumda olduğu hissi verdirmekte, yoksulluğu yaratan faktörleri konuşmadığımızda fakat yoksullara üzüldüğümüzde ise onun birdenbire yokolup gittiği gibi saçma bir varsayımı bize empoze etme çabası içinde. Çevremizde gördüğümüz tahribatın insan eliyle yapıldığını bize unutturup kaderci bir anlayışa sevk etme bu bir bağlamda.
Siyaseten de bu anlayışın etkilerini görmek mümkün. Marksist düşünür David Harvey’ in de dediği gibi ‘para endeksli piyasanın dağıttığı kültürel/geleneksel yapılar, tepki olarak dine-ulusa tutunmayı ve kendinden olmayanları ötelemeyi yaygınlaştırmaktadır’. İnsanların gitgide ekonomik ve sosyal olarak ayrıştığı ortamlarda şehirlerdeki huzurdan bahsetmek günden güne zorlaşmakta ve bu da beraberinde güvenlik paranoyası ile harmanlanan bir ortam getirmekte. Avrupada yükselen aşırı sağın da sebeplerinden biri bence budur. Ekonomik sıkıntı yaşayan ülkelerde aşırı sağın güç kazanması kesinlikle tesadüf değildir. İşsizlik veya işşizlik korkusundan ötürü ülkedeki azınlıkları tehdit olarak gören bir kesim göçmen düşmanlığına yönelmektedir.
Kıbrıslı Türkler olarak her ne kadar dünyadan izole olsak da bu mevcut gelişmelerden bağımsız değiliz. Ülkemizin doğal ve kültürel yapısı ciddi bir tehdit altında. Annan Planı döneminde başlayan inşaat patlaması çarpık kentleşmeye yol açtı. Aynı yol üstünde 2 kat, 5 kat ve 10 katlı birbiriyle pek alakasız binaları görmek mümkün. KKTC’ de kemikleşmiş olan plansızlık ve kural tanımazlığın da farklı bir sonuç doğurması beklenemezdi zaten. Eskiden kamusal olan coğu deniz kenarı artık otellerle parsellendi. Bunun sonucu olarak ada insanları olan bizlerin denize ulaşması bile ekonomik bir konu haline geldi. Anayasal hakkımız olmasına rağmen bir ayrıcalık isteniyormuş muamalesi yapıldı. Yapılan eylemler (Baraka Kültür Merkezi’nin ) sonucunda az da olsa bir bilinç oluştu. En basit zevklerimizin bile ekonomik bedele bağlandığı bir toplum haline getirildik ve bunu nedense çok normal karşılıyoruz.
Siyaseten de buna karşı bir refleks yok. Toplum olarak suçlayacak bir kişi, parti ya da kurum bulduk mu hepsimize bir rahatlama geliyor. Sivil toplum olarak sorumluluğumuz burda bitiyor havasına kapılmaktayız. Devletin işlevsellik noktasında sorunlu olduğu konusunda hepsimiz hemfikiriz ama devlet bunları gerçekleştiremediğinde büyük şaşkınlıklar yaşamaktayız. Aslında olay tam da burada bitmekte. Dönemsel tepkiler kalıcı hareketlere, eylemlere dönüşmediği sürece olay sadece süreci soğutmadan ibaret. Su konusunda yaşananlar da bence buna en bariz örnek. 2010’ da İrsen Küçük tarafından atılan bir imzayı o günlerde yeteri kadar tartışamazken 2015’de borular döşendikten sonra suyu kimin yöneteceği tartışmasını yaparken bulduk kendimizi.
AKP hükümetinin oldu bittiye getirdiği bir süreçte söz sahibi olamadık. Zararın neresinden dönülse kardır mantığı da bir fayda getirmedi tabii. Sonuç itibarıyla birkaç ufak değişiklik dışında bir fark yaratılmadı. Neoliberalizmin en büyük başarısı da burda aslında. Bir kurum özelleşeceğinde tartışılan özelleşmenin doğru olup olmadığı değil şekli oluyor. Tartışılacak alan limitlendiğinde her sonuç karşıdaki egemene yarıyor. Tabii bu başarının altında yerel işbirlikçilerin de rolü küçümsenemez. Kasten kurgulanmış bir şekilde olay bir anda Türkiye- Kıbrıslı Türkler tartışmasına çekildi ve yapılan ekonomik tehditlere rağmen suçlu herşey anlaşılmasına rağmen sonradan sorun çıkaran bir grup Kıbrıslı Türk gibi sunuldu.Ve sonuçta egemen bir devlet olmadığımızı ve kendi kararlarımızı alamadığımızı bir kez daha gördük.
Şimdi gündemde Zeytinlik’e ve Karaoğlanoğlu’na yapılması planlanan yurtlar ve otel var. Bölge halkı bu yapılaşmaya kesinlikle karşı. Zeytinlik köyü Girne’ ye yakınlığına rağmen doğal kalabilmiş ender yerleşim yerlerinden biri. Yapılacak olan yurtlar köyün çehresini tamamen değistirmekle beraber köyün nüfusunu ciddi bir derecede artıracak. Aynı zamanda bu inşaatlar için kaç yıldır kök salmış zeytin ağaçlarının sökülmesi gerekecek. Karaoğlanoğluİnda ise devlete ait bir kamu malı özele devredilirken, otel aynı zamanda bölgedeki futbol sahasının ve balıkçılık için kullanılan bir koyun kendisine devredilmesini talep ediyor. Otel de bu kadar rahat davranabiliyor çünkü daha önce benzeri imtiyazlar sağlandı bu topraklarda ve bunlar normalmiş gibi davranıldı. İki köyde de bu yapılaşmaya karşı bir direniş başladı ve umarım ki içimizdeki ‘Havva Ana’lar ortaya çıkar ve yaşadığımız alana yapılan bu tecavüzlere tepkimiz birisini şuçlamaktan öteye geçer.
Devletin bizi düşünmesini beklemeden bizim artık kendimizi düşünmemiz gerekmekte. Siyasi partilerin bizi temsil etmediği noktada sesimizin daha güçlü çıkması lazım. Ancak birbirimizle dayanaşarak başarabiliriz.