Cümle, sanat tarihinin belki de en dikkate şayan “oyunbazlık” gücüne sahiptir. Böylesi oyunlar yaşam içinde oldukça fazladır. Bilen ve anlayan için keyiflidir.
Zaten oyun, kurallarını kendi yarattığı için yine bilen ve anlayana zevk bahçesi içinde delicesine koşabilme/yüzebilme özgürlüğünü verir.
Etrafımızda dönüp duran boşluğa asılı kalan cümle öbekleri kendinden dışa doğru adeta savrulur ve biz oyunculara çarparak yine kendine döner. Oyuncu istediği cümleyi, adeta bir yağmur gibi üzerine boca olan öbekleri, seçer ve içinde hapseder. Geriye kalanlar ise yine geldiği yere doğru aynı yörüngeyi takip ederek çıktığı noktayı yani kendini bulur. Tüm bu döngü içinde “başkalaşım”, “değişim” cümlelerin kaçınılmaz kaderidir.
Toplumun her geçen gün kendi içine kapanan bir kör pencere misali “güdükleşmesi” etrafta savrulan gerçek cümle öbeklerinin anlamını bilememekten kaynaklanıyor.
Çok güzel!
Demek ki sadece karın doyurma ve en son moda “teknolojik nesne” edinme yarışında ipi göğüsleyerek “birinci olma psikolojisi”, yaşam sürecinde içi boş usların kadrolu işi durumundadır.
Amaç, cümlelerle kaleyi yıkmak mıdır?
Kesinlikle!
Yergi üzerine söylenmiş Joseph Miles’ın ünlü sözünü bu yazının içeriğine ulaşabilme bağlamında, değiştirme ayrıcalığını kullanıyorum: “Cümleler kirpiye benzer, ağızdan her çıkışta oklarını acımasızca fırlatan.”
Yazımda maksat hâsıl olan gizil anlam “oyunbazlık” değil midir?
Şu bir gerçektir ki, eğer dilde cümlelerle dolu dolu konuşabilme yetisine sahipse birey, “felsefe” koşulsuz onun yaşamına dâhildir. Nitekim felsefesiz yaşam olamayacağına göre, toplum kendi öz dilinin alfabesini oluşturamayacaktır. “Felsefenin” karın doyurmadığı için ortaöğretim müfredatından çıkarılması, düşünmeyen bireylerin yaratılmasına yönelik olduğu apaçıktır.
Neden?
Çünkü felsefe “özgür düşünceye” eşitlenir. Zorunlu din derslerinin konulmasına olan tepkinin, felsefe ve sanat dersleri “kaldırılırken” de aynen uygulanması gerekmez miydi? Yirmi birinci yüzyıl bilgi çağı mıydı? Cümle kurmaktan acizsek eğer tren çoktan kaçmıştır. Ama şunu da unutmayalım ki İbn Sina, İbn Rüşd gibi filozofları yetiştiren ve antik düşünceyi Avrupa’ya yeniden öğreten de İslam fikir dünyasıdır.
Böylesi somut örneklere sahip üst felsefi görüş bugün nerededir?
Toplum aynasından yansıyanlar meta içerikli örneklerdir.
Üst düzey soyut düşünceler yani felsefe ve sanatın ne yazık ki toplum aynasındaki siluetleri zaman içinde silinmiştir. Sanat ve felsefe adına görünen ne varsa birer hayaletten ibarettir. Eğer mevcut değillerse durum gerçekten vahimdir.
Dünya devasa bir oditoryuma hızla döşüyor.
Farkında mısınız? Yazım hatalarına dayalı bilgisayar haberleşme ağının ortaya koyduğu yeni dil bir yana asıl önemli olan kurulan cümlelerdeki kavram eksikliği ve karmaşasıdır. Çok yakında, en basit anlatımla, “selam”, “merhaba” gibi kelimelerin gerçek yazımlarını bilmeyen bir nesil ile karşı karşıya olduğumuzu da hatırlatmak isterim.
Kelime uzunsa kısaltırız.
Peki ya anlamları, kavramları, harfleri arasındaki düşünce yumaklarını?!
***
Mehmet Ali Kılıçbay’ın “Felsefesiz Sanat, Oyunsuz Tarih” adlı kitabının “Felsefesiz Toplum Dilsiz Kalır” adlı bölümüne yeniden bakma ihtiyacı hissettim. Bütün tarihi boyunca dillerden alıntı yaparak oluşan bir “Türkçe”den bahseder bölümün ilk cümlesi.
İyi yazarların kelime defterleri olduğu biliyor muydunuz?
Bir kitabın dilinin zenginliği anlatım gücünü pekiştirir. Ha şu da var, doğru yerde doğru kullanımlı kelimelerle cümle kurmak gerekir. Son dönemlerde özellikle popüler yazarların “Osmanlıca” kelimeleri “oyunbaz” edayla romanlarında kullanması edebiyat dünyasında en çok tartışılan konular arasında geliyor. Dilin beslenme alanı zaman çarkları döndükçe baskın ülkelerin etkisiyle de gözünü kendi coğrafyasının dışındaki dil sofrasına dikiyor. Yeme içme kültürünün değişimi gibi algılarsak bu olayı tıpkı “fast food” alışkanlığının her geçen gün özellikle gençleri esir aldığı gibi.
Dil de kendini kendi olmanın dışında farklı coğrafyaların sofralarındaki kelime dağarcıklarına kelepçelemiş durumda. Anahtarla açıp kurtulmak olası mıdır?
Ülkenin felsefe ve sanat eğitiminden arındırılarak ne menem bir geleceğe doğru koşa koşa gidişini düşünüyorum.
Malum, “slogan” devrinde yaşıyoruz.
Benimsiyoruz.
Özümsüyoruz.
İçselleştiriyoruz.
Anlamı üzerinde kafa yormadan dilde sloganlaşıyoruz!
İşte buldum: “Karnınızı doyurun, önünüze bakın!”
Hımmm…
***
Sözlerimi kısa kesip, yazıya başladığım yere dönmek istiyorum. Bildiğim yerden yazı yoluna devam etmek, karmaşık kafa yapısını bozarak “tehlikeli sularda” salınarak, bilinçsizce ve kulaktan dolma gibi sayfalara asılı duran onlarca cümleden uzak tutacaktır yazıcıyı…
Evet, nasıl başlamıştık?
“Bu bir pipo değildir.”
Sanırım bu cümle oyununun René Magritte’e ait olduğunu düşünüp, bir kez daha analojinin sınırlarının nasıl ustaca aşıldığını görerek, sanatçının dehasına hayran kalıyorsunuz. En azından kendi adıma böyle bir cümle kurarak hayranlığımı bir kez daha vurgulamalıyım. Hayatı ilginç olaylar zinciri ile örülen bir çocuğun gelecekte sürrealizmin sularında korkmadan yüzebilecek bir cesareti nasıl temellendirip, yapılandırdığını da açıkça görebiliyorsunuz. Her zaman şunu söylerim, bir sanatçının dilini çözümlemek adına yapıtlarının arasında gerçek okumalar gerçekleştirmek gerekir.
Yapıt dildir.
Dilin kemiği olmadığına göre, yapıtın üzerinde toplandığı tüm anlamlarda söylenemeyenlerin ayan beyan görsel aktarımıdır. Tuhaf olaylar zincirinin en çarpıcı örneği belki de Gilly’deki evlerinin üzerine esirleri taşıyan bir balonun düşmesidir. Kaynaklar onun iyi bir öğrenci olmadığından söz eder. Ama sürrealizmin öncüleri arasında yer aldı. Yaptığı eserleri hala daha birçok sanat tarihçisi tarafından tartışılıp, günümüze göre yorumlanıyor.
Her bilgi René Magritte’in yaşamına açılan bir pencere gibi onun hakkında belleğimizde biriken bilgilere yeni olarak eklenip düşüncelerimizi sanatçının sözle nesnenin buluştuğu yüzeylerine bir kez daha odaklıyor. Kısa bir süre önce okumayı tamamladığım görünüşte incecik ama içerikte hayli kabarık cümlelerden oluşan Michel Foucault’nun “Bu Bir Pipo Değildir” adlı dilimize Selahattin Hilav tarafından çevrilen ve YKY (Yapı Kredi Yayınları) tarafından basılan kitabın son yaprağını çevirdikten sonra bende uyanan düşünceler bu yazının çıkış noktasını oluşturdu.
***
Bugün yaşadığımız süreci evirip çevirip masaya yatırdığımızda, görünenin (yaşanılanların), gerçekliğin ötesinden, başka bir evrenden kopup geldiğini düşünüyorum.
Her şey bir imge temsilcisi…
“İmge” ise sadece ve sadece “bilinçli dayatılan ve istenilen” bir gerçek temsilcisi olup, bir “gerçek” değildir!
Tıpkı gerçekte içine tütün konulup içilebilen piponun yüzeydeki resminde olduğu gibi…
“Görünür” ve fakat “gerçek” değil!..
Tütün dumanı çekilebilecek bir pipo değil, yani…
Uzun lafın kısası sürçülisan etmeden şöyle diyebilirim ki: Dünya, geleceğe dair çocuk düşlerinin gökkuşaklarını birer dikenli kafesle çevrelerken, hala daha “sefahatimizin” zincirlerine tutkuyla bağlanıyoruz.
***
Güzel bir Pazar günü, sizlerle olsun.