Zehirlenmişiz.
O zehrin içinde yüksek dozda “bencillik” var.
Öğrenilmiş “rezillik” var.
Bağıranın kazandığı bir “demokrasi” modeli kurgulamışız.
Sesini yükseltince “haklı” olmuşuz.
* * *
Ülkenin sokakları “biz”e benzemiyor.
İnsanları, huyları, hasetleri…
Umutları, kavgaları, düşleri…
Tümü yabancılaşmış…
“Kalitesizlik” bas bas bağırıyor.
Kendi yurdumuzda azınlığız, ağlıyoruz.
Öyle de hiçbir “zor” işi de yapmıyoruz.
En önemli lakırdı nedir bilir misiniz, bizi bize anlatan?
Basit!
“Allahtan eylig hükümmedden aylıg.”
* * *
Beğenmiyoruz!
Beğensek de anca kendimizi beğeniyoruz.
Hem beğenmiyor, hem de anlamayı, dinlemeyi, işbirliğini denemiyoruz.
Hep bir “bükük dudak sendromu” var, “Hiçbir iş yapmadı, bu işi bilmiyor, bıraksın, gitsin” tekerlemesi...
Öyle de bu insanların kimisi bilgisi, görgüsü, felsefesi, deneyimi, donanımı, yeteneği, kültürü, becerisiyle kendine dudak bükenleri hayatın pratiğinde fersah fersah aşıyor.
* * *
Sessiz çoğunluk derler ya!
Bu “düzen”in hiçbir yerinde değiller, çünkü, ne dermanları var uğraşmaya, ne de didişmeye zamanları...
Bu ülke “kendi prensliklerinde söylenenlerin” cenneti!
Geleceği yok.
Köşeyi dönerken haysiyeti yitirmişiz.
Umursuz yığınlar için bugünün “konforu” yetiyor; o konfor ki son model arabada, en akıllı telefonla, bokun içinde ilerliyor!
* * *
Kinle bezenmiş, menfaatle örülmüş, ganimetle kirlenmiş, siyasal ve sendikal popülizmle kemirilmiş, toplumsal çürümeyle betonlaşmış bir yüz/süz/lük bu!
* * *
Vicdanları sağır edecek kadar gürültülü bir “yağma” ve büyük bir “adaletsizlik” var hayatımızda!
Zümresel menfaat örgütlenmeleri toplumsal dayanışmayı yutmuş, bireycilik uçurumun kenarına getirmiş hepimizi!
* * *
“Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses etmeyenler yüzünden” demişti, dahi Einstein...
Bu lafı şöyle de uyarlayabiliriz, “Kıbrıs yaşamak için giderek çirkinleşiyorsa, adaletsizler, arsızlar, doyumsuzlar, pişkinler kadar buna ses etmeyenler yüzündendir.”
* * *
Bu düzende ”sen” varsın, “ben” varım, “biz” yok!
Daha ne deyim?
Fezel Nizam’ın sözcükleri ve Mert Özdağ’ın fotoğrafı anlatmış.
Daha ne deyim?
…
“Yüzlerdeki gülümseme, umuda ve zafere dair iki damla göz yaşı; değeri paha biçilmez, tarif edilemez.. Halil Karapaşaoğlu suçlu değil, hiçbir zaman da olmamıştı zaten! Vicdani ret hakkına dair çekilen son çile bu olsun artık, özgürlük kuşları gezsin üzerimizde…”
Geri kalmışlığımızın resmidir
Almanya’da Sanayi Bölgesi’ne gitmiştik, Münih’te…
Parlamento sanmıştım (!)
Hiç abartmıyorum.
Öylesi pırıl pırıl, tertemiz, yeşillendirilmiş.
Savaş mı dediniz?
Çok daha fazlasını gördü, çok daha yıkıcısını!
Çünkü ülke “yönetildi.”
* * *
Yıllardır Sanayi Bölgesi’nde çalışıyorum ve pislikten tiksiniyorum.
Yürüyüşe çıkıyorum zaman zaman…
Güya dinlenme, güya keyif!
Tam bir işkenceye dönüşüyor.
Kaldırımlar işgal altında, tümü.
Ya arabalar var, ya çöpler…
Kaldırım “medeniyet gösterisi” ya…
İşte “medeni halimiz” bu!
Yirmi senedir aynı yerde duran araçlar var, bırakınız tekerlek lastiklerini, rimsleri erimiş artık.
Çamur ve yağ deryası her yanımız.
Diyorum ki, Sanayi Dairesi tümüyle bu bölgeye taşınmalıdır, en başta da müdürü, amiri, şefi!
Geri kalmışlığımızın resmidir, Sanayi Bölgesi!
( Bir not: Sanayi’deki hurdayı kaldırmak için şimdiki Sanayi Bakanlığı’nın bir çalışması varmış, duydum. Bir de çok sayıda ‘usulsüz’ verilmiş yer iptal edilmiş. Bu bilgileri teyit ettiğim zaman yeniden yazacağım)
ÖĞÜN, GÜVEN!
En son “güven anketi”ni de okuduk.
(CMIRS Aralık Anketi, Kıbrıs gazetesi)
En az güven yine siyasete, sendikalara ve Meclis’e.
“Hükümet”e güven, sendikaların ve Meclis’in de üzerinde, çok dikkat çekici!
* * *
Son dönemlerde “gazeteci” kılıklı kimilerinin öylesine pisliklerini duyuyorum ki, ikrahlık geliyor ama “Medya”ya güvende önemli bir artış var.
Ombudsman’ı dahi geçmiş.
* * *
En fazla güven duyulan kurumlar polis, yargı ve Cumhurbaşkanlığı.
Bakalım, şu meşhur “Bulut Akacan” meselesi sonrası ne olacak polise güven durumu?
* * *
Siyaset ve sendikalar bu araştırmaları değerlendiriyor mu sahi?
Kim dinliyor?
Fikir, basın, anlatım özgürlüğü elbette eşsiz değerdedir.
Bu özgürlükleri “taçlandıran” karşılığını bulmasıdır.
Yoksa!
“Fikrini söylüyorsun, özgürsün” diyorlarsa ancak hayat hiç değişmiyorsa…
Kimse umursamıyorsa…
Siz “söylenip duruyorsanız” kendi kendinize…
Hani “duvara mı konuşuyorum be” demek geliyorsa içinizden!
Kelimeler şehrin surlarına vuruyor, oracıkta yığılıp kalıyorsa eğer…
Zor…
Bazen bunu hissediyorum, bir gazeteci, bir köşe yazarı, bir yurttaş olarak.
Bilmem, sizlerde de aynı his uyanıyor mu?