Münevver Özgür
munevver.ozgur@gmail.com
Karşında oturuyorum.
Odana/ofisine insanlar girip çıkıyor. Herkes senden farklı birşeyler istiyor. Herkese güler yüzle cevap veriyorsun. Herkesi mutlu edecek bir çözüm üretiyorsun. Telefonun çalıyor. Cevap veriyorsun. Sonra bilgisayarda yaptığın işine dönüyorsun. Bir ara bana “Benim kızkardeşlerim çok iyi. Onlar benim gibi (kötü) değiller” diyorsun. “Onları tanısan çok seversin.”
Karşında oturuyorum. Kucağımda yaptığım bir iş. Notlar alıyorum. Bana sorular soruyorsun. Öte yandan da benim sana sorduğum sorulara cevap veriyorsun.
“Bugün hiç iyi görünmüyorsun. Sanki aklın sürekli başka birşeylerde gibi” deyiveriyorsun. Odama kaçmak, işlerime gömülmek istiyorum. Dinlemiyorsun. Anne sözü dinler gibi, yanına gelip bir fincan kahve içerken buluyorum kendimi. Senin işin önünde, benim işim kucağımda, yan yana çalışıyoruz.
Aniden kulağıma Kıbrıs şivesi ile yaşlı bir kadın sesi geliyor: Kimsin a gızım sen kimlerdensin?
Guita joon? Gerçekten de kimsin sen? Kimlerdensin? Nerelerdensin? Seni onaltı yıldır tanıyorum (ya da tanıdığımı zannediyorum). Onaltı yıldır çok iyi arkadaşız ancak halen kızkardeşlerini ne gördüm, ne konuştum. Kısacası hiç tanımıyorum. Bana onaltı kız resmi gösterseler, aralarında hangisi Fariba, hangisi Azita ayrıştıramam bile. Erkek kardeşinden ise hiç bahsetmiyorum. Adı Kave. Senden çok küçük ve Kanada’da yaşıyor. Tüm bildiğim işte bu kadar... Dur bir dakika! Evet, bir de İran var! Annenle babanın politik nedenlerden dolayı güvende olmanız için, uzaklaşmanıza bile razı olduğu memleketiniz...
İran. Benim için İran yıllarca sadece Samed Behrengi’ydi. Ve aslında bir de (sonradan üzülerek de olsa senin anlatmalarından birçok şeyi çarpıtarak yazmış olabileceğini kabullendiğim) Betty Mahmoody’nin Kızım Olmadan Asla romanları. Ah ne çok ağlardım o Bir Şeftali Bin Şeftali’de. Ne kadar şımarıktı zengin kızları! Ah ne kadar ürkütücüydü benim de bir zengin kızı olma ihtimalim! Ah ne kadar heyecen vericiydi Kel Güvercinci’nin taktığı külah ile bir var oluşu bir yok oluşu ve sevdiğine kavuşmak için verdiği mücadele! Ne kadar yürek burkucuydu Ulduz’un konuşan bebeği ile dertleşmeleri. Ne kadar araştırmacı ve devrimci ruhluydu Küçük Kara Balık... Ve Betty Mahmoody, nasıl da kanmıştı Amerika’da o doktor kocasına!
Ve sen Guita! İşte şimdi, yazarını tanımadan ezberlediğim bir çocukluk masalı gibi gülümsüyorsun bana... Her sayfasında bir başka kişi, bir başka hikaye bir başka öğreti... Ama artık İran çok uzakta. Ailen de çok uzakta. Annen ile Baban cennet diye bir yer varsa oralarda. Bir kızkardeşin Fransa, diğeri Amerika sen ise Kıbrıs’ta, yanıbaşımda, karşımdasın. Bilgisayarda tıkır tıkır parmakların, birşeyler yazıyorsun. Aniden kötü birşey olmuş gibi duruyor, başını kaldırıp yüzüme bakıyorsun: “Bu hafta senin yazın niye çıkmadı?” diye soruyorsun. Omuz silkerek: “Çünkü bu hafta yazmadım” diyorum.
“Peki geçen hafta niye okumadım?” diyerek dikleniyorsun.
“Çünkü Ankara’daydın” diyorum. Yüzünü asıyorsun. İnternetten Gaile’nin sayfasına nasıl ulaşabileceğini gösteriyorum. Yüzün gülüyor.
Tüm yoğunluğunun arasında o an, o dakika, o saniye ekranda önüne açıp benden iyi konuştuğun (ve hatta okuduğun) Türkçe’n ile “günce”yi okumaya başlıyorsun. Yan gözle bir kahve fincanıma bir de bana bakıp: “Kahven buz gibi olmuş. İçmiyorsun!” diyerek bir de bana fırça kayıyorsun.
İçim iyi değil. İçesim yok. Ama sesimi çıkarmıyorum.
Ghazal.
Ghazal (uzak akraban, spor arkadaşın, ofis komşumuz, araştırmacı eğitimci, beraber etik üzerine bir makale yazmaya çalıştığımız dünyalar tatlısı genç kız...) her zaman olduğu gibi sonuna kadar açık bıraktığın ofis kapısından içeriye giriyor. Sincap gözleri ile bizi süzüyor. Orada öylece oturup, iki ayrı metin üzerinde, neredeyse hiç konuşmadan ne yaptığımızı merak ediyor. Ona farsça birşeyler söylüyorsun. Konuştuklarının sözcük anlamlarını bilmiyorum ancak günce ile ilgili olduğunu hissediyorum. Ghazal dönüp kocaman bana bakıyor. O anda dilsiz olmak istiyorum. O anda, elinde olmadan suları devirmiş bir çocuk gibi utanıp donuyorum.
Dil. Beden. Algı.
Uzun bir koridorda yan yana odalar. Oda oda insanlar. Yapılan, yapıldıkça bitmeyen işler. Ayrı ayrı, iç dünyalarımızda, kendi içimizde neler yaşadığımızı bilmeden geçen günler. Ghazal’ı kendi kendiyle bırakarak okumaya devam ediyorsun. Gözlerin doluyor. Görüyorum ama ben de bakışlarımı senden kaçırıyorum. “Çok acıklı yazıyorsun” diyorsun.
Ah! Olmadı işte! Yine suçluyum. Öyle hissediyorum. Yine olmadı!
“Öyle yazmak istemiyorum aslında” diye açıklama ihtiyacı hissediyorum. “Hayatta en çok istediğim şey, insanları güldüren yazılar yazabilmek” diye de ekliyorum. “Ama olmuyor işte!”
Tüm inceliğinle, tüm kibarlığınla, beni incitmekten korkarak devam ediyorsun:
“Neden acıları bu kadar derinden hissediyorsun? Üzülmeni istemiyorum. Yazarken bile üzülmeni istemiyorum” diyorsun. “Aslında üzülmüyorum” diyorum. “Yazıyorum ve unutuyorum. Yazmadan önce de ne yazacağımı bilmiyorum zaten...” Ne yazacağımı bilmediğim doğru ama üzülmediğim yalan. Bunun böyle olduğunu biliyorsun. Onaltı yıl. Dile kolay. Ailemi, ülkemi, dilimi, şimdi artık günce sayesinde içimi... Herşeyimi biliyorsun...
Dirseklerini masanın üzerine koyup, yüzünü avuçlarının içine alıyorsun. Kaçışım yok. Yüzüme bakıyorsun. Yüzüne bakıyorum. Bekliyorum. Çok fazla bekletmiyorsun: “Merak ediyorum” diyorsun, “Mutluluğu da bu derinlikte hissedebiliyor musun?”
Mutluluğu hissetmek. Ürperiyorum. Bir refleks gibi kollarımla kendi kendimi sarıp, parmaklarımla tenime dokunuyorum. Yavaşça kendimi okşuyorum. Bu soru karşısında üşür gibiyim.
Algı. Beden. Dil.
Mutluluk. Mutluluğu hissetmek. Mutluluğun dili... Ben... Ben galiba bu dili henüz bilmiyorum... Abidin’ce de olsa, Farsça da olsa... Guita’cım ne olur sen anlat bana: Mutluluğu hissedebilen insan(ın) hikayesini...