Murat OBENLER
Tıp Doktoru, Erişkin Psikiyatristi Uzmanı, köşe yazarı, yoga eğitmeni Dr. Ece Uslu ile ilk kitabı “Hayata Mavi’den Bakmak” üzerine konuşmak üzere buluştuk. Uzmanı bulmuşken kitaptaki yazılarda da değinilen psikiyatrinin önemli konuları ile ilgili zihin açıcı bir sohbet gerçekleştirdik.
“Tıp Fakültesi’nde okurken psikiyatri dersi ile tanıştım ve kendi doğrumun peşinde ilerleyerek yüksek lisansta psikiyatri okudum”
Ben başlangıçta okurlarımızın da sizi biraz daha yakından tanıyabilmesi adına psikiyatri mesleğini neden ve nasıl seçtiğinizi sizden dinlemek isterim…
Dr. Ece Uslu: Küçüklükten beri düşünen birisi oldum. Annemin bana kattığı en büyük şey kitap okuma alışkanlığıdır. Hep gün aşırı bir kitap bitirerek üniversiteye kadar geldim. Öğretmen olan annem mükemmeliyetçi bir kadındır. Babam ise seracıydı. Okurken hikaye yazma denemelerim de oluyordu. Anneme bir gün hikayemi gösterdiğimde olmadığını söylemesiyle ben yazıya küstüm. Ailemin benim için kendilerine göre en doğrusu seçim olan Hacettepe Tıp Fakültesi’ni kazanarak orada okudum. Benim kişisel tercihim değildi ama insan da bu konularda ailesine karşı çoğunlukla direnemiyor. Ben Tıp Fakültesi’nde okurken psikiyatri dersi ile tanıştım ve kendi doğrumun peşinde ilerleyerek yüksek lisansta psikiyatri okudum. Üniversitede ufak ufak şiirler yazıyordum. Çok sorgulayan ve duygusal bir insan olarak çok yoğun duyguya girdiğimde bunu sözel değil de yazıyla ifade etmek daha kolay olmuştur. Covid öncesinde özel hayatımla ilgili yaşadığım bazı olumsuzluklar olmuş ve bir tekrardan kendimi bulma sürecine girdim. O süreçte aslında uzun bir zamandır kendimi unuttuğumu, mesleki noktada bir yere kadar gelerek durduğumu fakat potansiyelimin bu olmadığını fark ettim. Kendimi sadece psikiyatrist ve anne olarak gördüğümü fark ettim. Kendimi tanımaya başlama sürecinde sporla, tiyatroyla ilgilendim. Bir yandan da Havadis gazetesinde haftalık yazılar yazmaya başladım, kısa bir süre TV programı da yaptım. Gerçekten de bir yandan yazma bana iyi gelirken bir yandan da kendisine dayatılanlar doğrultusunda ilerlerken kendini keşfetmeyi unutuyor. Kendini keşfettikçe de, deneyimledikçe de o deneyimler yeni yazılara kapı açıyor. Bir süre Yenidüzen’de yazdım. Bir aradan sonra daha sonra yine Havadis’te yazıyorum.
“Kitabın yazım süreci, yoga süreci benim kendimi bir adım daha tanıma süreci oldu”
Kitap çıkarmak da ayrı bir yolculuk senin hayatında. Bu süreç nasıl gelişti?
İşyerimi (klinik)genişletme kararı aldım. Büyütme zamanımın geldiğine inanıyordum. Hayattaki rolümün hayatıma giren kim olursa olsun (sevgili, eş, arkadaş, danışanlar vs. ) bir şekilde onları büyütüp kendi hayatlarına yolcu etmek olduğunu düşünüyorum. Kliniği oturttuğumu düşünürken yanımda çalışan arkadaş da kendi ayakları üzerinde durmak istediğini söyledi ve çok da etik olmayan bir terk ediliş yaşandı. O sıralar Kırklareli’ne ileri seviye yoga eğitimine gidiyordum. Arkadaşım Serkan Soyalan’ın da motive etmesi ve katkılarıyla başlayan süreçte elimdeki yazıları ona verdim ve o da editörlüğünü yaparak kitabı çıkardım. Dönüştü kliniği de daha güzel ve donanımlı bir şekilde kurdum. Kitabın yazım süreci, yoga süreci benim kendimi bir adım daha tanıma süreci oldu.
“Belli bir farkındalıkla yogayı yapmak beni bir adım daha büyüttü, olgunlaştırdı. Daha sakin ve sabırlı bir insan haline geldim ”
Yoga ile kitap aynı döneme denk gelmiş o zaman.
Evet öyle diyebiliriz. Mesleğimle ilgili çok fazla kitap okudum. Terapi yapabilmek için yüzlerce seans terapiden geçiyorsun. Kendimin farkında bir birey olarak yaşıyordum ama yoga noktasında fiziksel bedenimi keşfetmediğimi fark ederek onu keşfe çıktıkça bunun psikolojiyle ve daha birçok şeyle oldukça ilişkisi olduğunu da keşfettim. Yoga var, yoga var gerçekten. Yogayı spor olarak yapınca o yoga olmuyor. Mata çıkarak kendin olduğun zaman zihnindeki bazı şeyler net olarak oturmaya başlıyor. Çocukluktaki yaşadığın travmalara bağlı olarak gelişmeyen kas gruplarını da geliştiriyorsun. Yogada, matta kendine nasıl davranıyorsan matın dışında da kendine öyle davranmalısın. Bu farkındalıkla yogayı yapmak bir adım daha beni büyüttü, olgunlaştırdı diyebiliriz. Daha sakin, daha sabırlı bir insan haline geldim. Danışanlarım yogadan sonra daha şefkatli ve güler yüzlü birisi olduğumu söylüyorlar. Tüm çıplaklığımla kendimi ortaya koyma cesaretimdir. Belki dışarıdan sertlik gibi görülen kabuğun kalkması ile daha yumuşak bir Ece olarak karşıya yansıyor.
“Yogadan önce bir şeyi deneyimlemeden reddetme noktasındaydım ama sonra deneyimleyerek bana uygunluğunu test etme yöntemini seçtim”
Kitap psikiyatrinin temel konuları ve insan ilişkileri odaklı başlayıp yoganın da ilgilendiği meditatif, spritüel meselelerle kapanıyor havası var. Senin de gelişim sürecini yansıtır gibi. Buna katılır mısın?
Tıp Fakültesi’nde hayatım geçtiği için sorgulamadan bilimin doğruları ile her şeye yaklaşıyordum. İlk yoga eğitimi için Kırklareli’ne gittiğimde “Çakralar, enerjiler de ne saçmalık. İnanmayın böyle şeylere” diye düşünüyordum. Orada düşünmeye başladım ve her şeyin birbiriyle bir bağı olduğunu fark etmeye başladım. Yogadan önce birşeyi deneyimlemeden önce reddetme noktasındaydım (sadece dogmatik bilimler var ) ama yogadan sonra deneyimleyerek bana uygunluğunu test etme yöntemini seçtim. Bu da kültürel anlamda birşeyleri görmeye, farketmeye ve inanmaya başlamama neden oldu. Bu beni genişletti. Benim uyguladığım Geştalt Terapi de Budizm’den hem yogadan esinleniyor. O açıdan psikiyatri ile yoganın bütünleşmesi gibi bir durum ortaya çıktı.
“Kötü niyetli sadece para için yoga, enerji, aile dizimini kullanan çok fazla insan olduğu uyarısını yapmalıyım. İnsanlara önce tıbbi bir yardım almalarını tavsiye ederim”
Batı Medeniyetinin öğretilen tıp veya medikal yaklaşımları yanında artık Doğu Medeniyeti’ne ait alternatif tıp ve benzeri yöntemler de kabul görüp literatüre girmiş durumdadır. Bu da bir genişleme kazandırmıyor mu tedavi safhasında sizlere?
Yoga, enerjiler o kadar büyük bir piyasa haline geldi ki psikolojiyle ilgili hiçbir bilgisi olmayan, terapi ile ilgili hiçbir süreçten geçmeyen, farkındalığı olmayan insanlar aile dizimi vb. konularda sadece para kazanma amaçlı insanlara akıl fikir veriyor. Bir hekim olarak insanları uyarmak benim görevimdir. Kötü niyetli sadece para için bunları kullanan çok fazla insan var ve insanlara önce tıbbi bir yardım almalarını ve pozitif bilimleri kesinlikle hayatlarında olmasını tavsiye ederim. Bunun yanı sıra iyice araştırıp yoga, meditasyon gibi şeyleri de hayatınıza o zaman katmalısınız. Önce doktor, sonra onun yönlendirmesi ile diğer şeyler diyorum. Kişinin kendine zarar vermesini hiçbirimiz istemeyiz. Mesleki olarak da herkes kendi sınırlarını bilmeli.
“Çocuğumuz yaş aldıkça kendi ihtiyaçlarının daha da net ve bilinçli farkına varacağı için bizim de onun bu ihtiyaçları karşısında saygı göstererek kabule geçmemiz gerekir”
Özellikle yaşadığımız çağda insanın kişilik gelişimini etkileyen çok fazla çevresel faktör var. Gerçek olmayan imajlar dünyasında gerçeklikten uzaklaşılan zamanlardayız. Her şey farkında olmakla, insanın kendini tanıması ile başlamıyor mu?
Belli bir mizaçla, karakterle dünyaya geliyoruz ve her çocuk belli oranlarda travmalar yaşayarak büyür. Ben duygusal depresif içe dönük bir mizaca sahipsem ve başka bir çocuk dışa dönük bir mizaca sahipse anne babanın yaptığı iyi niyetli bir davranış bende travma yaratırken diğerinde yaratmayabilir. Mükemmel ebeveynlik diye bir şey yok. Kendi bilgimiz doğrultusunda çocuğumuz için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Çocuğumuzun da bir insan olduğu ve onun da bizden farklı ihtiyaçları olduğu konusuna dikkat etmeliyiz. Yaş aldıkça bu ihtiyaçlarının daha da net ve bilinçli farkına varacağı için bizim de çocuğumuzun ihtiyaçları karşısında saygı göstererek kabule geçmemiz gerekir.
“Kişinin kendisini tanıma noktasında buna hazır olması gerekir. Bu hayatta en zor olan şey kendini olduğun halinle kabullenebilmektir”
Bir de genlerden gelen kodlar ve davranış şekilleri de vardır değil mi?
Psikiyatride genetik ve çevre diyoruz. Genlerle aktarılan birtakım durumlar var. Benim zaman içerisinde yaşadığım bir şeyi ve o konudaki bilgimi çaktırmadan konuşma içinde oğluma aktarıyorum. O da oğluna aktaracak. Böylece büyük büyük ninemin bilgisi bana kadar ulaşmış oluyor. Kişinin kendisini tanıma noktasında kişinin her şeyden önce buna hazır olması gerekir. Bu hayatta en zor olan şey kendini olduğun halinle kabullenebilmektir. Sana dayatılan bir imaj var, senden beklentiler var. Kişi sevdiği büyüklerinden onay alarak adım atmaya başladığı için hep bir onay odaklı büyüyoruz. Kendi değerimizi karşıdan bekler hale geliyoruz. Koşulsuz sevgi desek de hayattaki tek koşulsuz sevgi çocuğun annesine duyduğu sevgidir. Annenin çocuğa sevgisi de koşulsuz değildir. Onay ihtiyacı ile büyürken, herkesi de memnun edeyim, aferin alayım derken bazen ip kopabiliyor. Bazıları inada bindirip aileden tamamen uzaklaşabiliyor ve kayıp ruhlar olarak hayata devam ediyorlar bazıları da bir yere kadar gelip boğulmaya başlıyorlar. İnsanın aslında toplumda, sosyal hayatta boğulduğunu hissettiği, olumsuz bir duygu hissettiği noktada aslında kendi özüne aykırı birşeyler yaptığı, kendi ihtiyaçları tam doyurulmuyor demektir. Bu noktada bir psikoloğa, bir psikiyatriste, bir uzmana gidip bir destek alsa bu yolu daha sağlıklı ilerleyebilecek.
Ebeveyn tarafında ise bu helikopter ebeveyn noktasına dönüşmemelidir. Aman onu yanlış yapmayım aman bunu da yanlış yapmayım şeklinde yaratılan doğrular çocuğumuz için büyük bir yanlış olabilir. Ailemin benim için kendilerine göre en doğrusu olan Tıp Fakültesi okuma kararı gibi mesela. İnsan da bu konularda çoğunlukla direnemiyor. Ben Tıp Fakültesi okurken psikiyatri dersi ile tanıştım ve kendi doğrumun peşinde ilerleyerek psikiyatri okudum.
“Kız çocukları aile içerisinde daha ezildiği için daha dirençli oluyor. Zorluklar, deneyimler kadınları hayatta da daha dirençli hale getiriyor”
Bu direnme noktasında cinsiyetin ne kadar önemi vardır?
Bizim toplumumuzda erkek çocukları ailesine sözünü daha kolay geçirebildiğini söyleyebiliriz. Erkek çocukları daha bir el bebek gül bebek büyütülüyor. Kız çocuğu aile içerisinde daha ezildiği için (hem okul hem anneye ev işlerine alıştırılıyor) daha dirençli oluyorlar. Zorluklar, deneyimler kadınları hayatta da daha dirençli hale getiriyor.
“Her şeyden kolay vazgeçen bir nesil yetiştiriliyor . Ailelerin de sayesinde her istediğini elde eden, aşırı özgüvenle donatılmış ve hadlerini bilmeyen bir nesille karşı karşıyayız”
Çocukların gelişim süreçlerinde aile ile öğretmen arasında kalarak kişiliklerini tam olarak oturtamadıklarına da şahit oluyoruz. Bu daha sonra iş hayatına da ilişkilere de yansıyor…
Çocukları büyüten ebeveynler çocukluklarında yokluk çektikleri için herşeyi çocuklarınına sunuyorlar. Çocuklarını sınır koymayı başaramayan ebeveynlerle çok sık karşılaşıyoruz. Her şeyden kolay vazgeçen bir nesil yetiştiriliyor. Ailelerin de sayesinde her istediğini elde eden, aşırı özgüvenle donatılmış ve hadlerini bilmeyen bir nesil ile karşı karşıyayız. Büyümek, ilerlemek istediğin alanda, meslekte fedakarlık yapmadan büyüyemezsin.
Okulda öğretmenin verdiği eğitimin ve yol göstericiliğin karşısına geçip ona da söz söyleyen ebeveynler de mevcuttur. Ebeveyn, öğretmen ile işbirliği yaparak çocuğun sorunlarını tesbit ve çözme noktasında birlikte hareket etmek yerine çatışmayı seçiyor.
“İnsan duyulmak, anlaşılmak, değer görmek ve sevilmek ister. Bunlar olduğu noktada kendini güvende, huzurlu hisseder ve olduğu haliyle orda var olur”
Farklı yerlerde farklı kişilikler sergileyen kişilerle ilgili neler söyleyebiliriz?
Toplam içerisinde belli rollerimiz var. Her yerde evde veya yalnız olduğumuz kadar rahat davranamayız. Bir insan duyulmak, anlaşılmak, değer görmek ve sevilmek ister. Bunlar olduğu noktada kendini güvende, huzurlu hisseder ve olduğu haliyle orda(işyeri, ev, sevgili) var olur. İnsan yargılanmayacağını bildiği yerde kendisi olabilir.
“Sen diliyle değil de ben diliyle konuşmak gerekir. Yaklaşım ‘Senin bu davranışın bana böyle hissettiriyor, bunu konuşalım ve uzlaşarak bir çözüm bulalım’ olmalı”
İletişimin uçtuğu, üst boyutlara geldiği bir çağdan geçiyoruz ama en sevdiğimiz, en anlaşıldığımızı düşündüğümüz kişi(ler)le de zaman zaman doğru kanalları bulamıyoruz ve iletişemiyoruz. Etkili iletişimin unsurları nelerdir?
Konuşma dilimizin suçlayıcı (Sen bana bunu yaptın, sen bana şunu yaptın)olduğunu gözlemliyorum. Sen diliyle değil de ben diliyle konuşmak gerekir. Karşı taraf da bir cevap verme reaksiyonunda olduğundan aslında birbirimizi duymadan konuşuyoruz. “Senin bu davranışın bana böyle hissettiriyor, bunu konuşalım ve uzlaşarak bir çözüm bulalım” yaklaşımı olması gerekir.
“Aldatan kişinin dönüp kendine bakması gerekir. Farkında ol, kendine dön, bak ve kendini tanı”
İstemediği bir yerden ayrılmak için gerçekten tanıyıp sevmediği bir kişiyle evlenen kişileri de görüyoruz. Sağlıksız verilen kararlar da sağlıksız ilişkiler ve kısa dönemli maceralar doğuruyor. Evlilikle ilgili süreçleri ve etkileyen faktörleri biraz konuşmak istiyorum.
Artık yaşı geldi diye evlenilenler var, aile baskısından kaçmak için evlenenler var, geçmişteki travmalarını kaşıyanlarla karşılaşıp bunu aşk zannedip de evlenenler var vs. Evlilik kutsal bir kurum ama belli bir süre sonra ne kadar evli çift kalacağının cevabı da yok.
Çekim yasası gereği belli, benzer travmaların yaklaştırdığı insanlar süreç içinde büyürken farklı ihtiyaçları, farklı algılarının olduğunun farkına varıyorlar. Bir de aileden getirdiğimiz bilgiler ve miras var. İki insanın hayat boyu aynı yolu hep düzlemsel olarak yürümesi ne kadar mümkündür? Muhakkak ki bir noktada ihtiyaçlar çakışıyor, doğrular çelişebiliyor, beklentiler değişebiliyor. Başta ilişkiden heyecan beklerken artık güven bekliyoruzdur ve karşı taraf bunu bize veremiyordur. Uzun süreli ilişki aslında gerçekleşmesi çok zor bir şey. Bunca yıllık meslek hayatımda bana gelen çiftlerde toplamda bir yada iki kişi sorunsuz ve çok mutlu bir evlilikleri olduğunu söyleyen çıktı. Büyük bir çoğunluk ya çatışma içindedir ya da durumu idare ediyorlardır. Sosyal medyanın çıkması, yaygınlaşması ile insanlara kolay iletişim imkanı sunuluyor ve bu da aldatmaların artmasına zemin hazırlıyor. Aldatma demek insanın o ilişki içinde bulunmak istememesinin göstergesidir. Aldatan kişinin dönüp kendine bakması gerekir. Sorunlu bir ilişki yaşayan birisi başka birisini daha hayatına katıyor ama sorunun ne olduğunun da farkında değildir. Burada insanın kendine bakması, neyi isteyip istemeyeceğinin farkında olması ve öyle hareket etmesi gerekir. Tüm bunlar bize “Kendine dön, kendine bak ve kendini tanı” diyor.
Hayatı güvence altına alma noktasında evlilik bir liman olarak sunuluyor. Bazen de “Bizden bu kadar oluyormuş” deyip yolları ayırmak lazım”
Boşanma oranlarının her geçen gün arttığı (Kuzey Kıbrıs’ta en son 2/3'dü)bir noktada ısrarla insanlara mutluluğun kutsal formülü olarak evlilik kurumunun gösterilmesi ve teşvik edilmesini anlamlandıramıyorum.
Kadının tek başına kendini koruyamayacağı bir yapıdan bahsediyoruz. Artık kadın erkek daha eşit olmaya başladı ama yine de okumayan, çalışmayan kadın sayısı yüksek. Hayatı güvence altına alma noktasında evlilik bir liman olarak sunuluyor. Her şeyin belli bir ömrü olduğu gibi evliliğin de bir ömrü vardır. Bazen de “Bizden bu kadar oluyormuş” (kabullenme ve adım atma) deyip yolları ayırmak lazım.
Bir de aşkından gözü kararanlar var…
Geçmişte değer görmeyen birisi kendine değer vermeyen ama yaralarını tatlı tatlı kaşıyan birisini buluyor ve o tanıdıklığı aşk zannediyor oysa o kişi onun travmasıdır ve uzak durması gerekir.
Bir de insanın başka bir insana iyi gelmesi vardır. Sevgi ile iyi gelmek de zaman zaman karıştırılıyor. Nedir bunları ayıran şey?
Yaşamın temeli ihtiyaçlar(yemek yemek, su içmek, cinsellik de, sosyalleşme de, değer görme de, güvende olma da) üzerine kuruldu. Bir insan ihtiyaçlarının ne kadar farkına varır ve ne kadar uygun ve hızlı bir şekilde karşılarsa ruhsal-fiziksel anlamda sağlıklı olur. Bir kadın aldatılarak ayrıldığı bir ilişki sonrasında en başta güven arar. Sevip sevmediğine de bakmadan güvendiği bir adamın yanında bulunmayı seçer. O adam o kadına iyi gelir ama o kadın o adamı aslında sevmiyordur. İhtiyacını gideriyor.
“Dedikodunun insanları bir araya getirici ve güçlü hissettirici bir yanı var”
İnsan hayatının vazgeçilmezlerinden birisi de dedikodudur sanıyorum. Sizin değerlendirmeniz nedir?
Dedikodunun tanımı önemlidir. İki insan bir araya gelip üçüncü bir şahıs hakkında konuştuklarında bu iletişim onları birbirine yaklaştırır. Sosyal bir varlık olan insan belli bir sosyal gruba dahil oldukça kendini güçlü hisseder. Dedikodunun bu bağlamda insanları bir araya getirici ve güçlü hissettirici bir yanı var. Öte yandan bir insanla ilgili aslı astarı olmayan bir şey çıkarmak, yaymak, özel hayatı ifşa etmek ve o kişiye zarar verecek şekilde eylemde bulunmak insanın kendi egolarını doyurması anlamına gelir. Kadınlar toplandığında en çok kadınlar hakkında konuşur.
“İçinden geçmekte olan anı en kıymetli, en verimli nasıl geçirebilirim noktasına odaklanmalıyız”
Sonuç, hedef değil de süreç odaklı yaşamak da hayata bakışımızı şekillendiren ana noktalardan birisi değil midir?
Hedef odaklı büyütüldüğümüz için o hedefe ulaştığımızda da tik atıp tadını bile çıkarmadan diğerine geçiyoruz. Sonuçta öleceğiz ve bu sonucu düşünerek nasıl hayatı layığıyla yaşayabilirsin? Kaygıya kapılırsın, anda kalamazsın, boş verirsin, potansiyelini ortaya çıkarmazsın gibi. İçinden geçmekte olan anı en kıymetli, verimli nasıl geçirebilirim noktasına odaklanmalıyız. Verim başarı da olabilir, eğlence de olabilir, dağıtma olabilir, ağlama, gülme olacak. Üzerine düşeni yaptığında sınavı (hayattaki sınavlar da dahil) geçmesen bile onun suçluluğu, pişmanlığı ile uğraşmazsın.
Arafta kalmak da insanı zorlamıyor mu çoğu zaman. Net olmayan konular ve kişilerle ilişkilerimiz de arafta kalıyor.
Arafta kalan insanlar daha çok ailelerinin istekleriyle kendi istekleri arasında sıkışıyorlar. Sizin istediğiniz hayat ile size aileniz tarafından dayatılan hayatlar arasında kalıyor. Örneğin köyden gelip şehirde yaşayan bir adam açık bir kadınla evlenmek istiyordur, o tarz açık kadınlarla gezip eğleniyor ama sonunda annesinin istediği kapalı bir kadınla evleniyordur. O adam hem evlendiği kadını hem de kendini mutsuz ediyordur. Bu kişilere kayıp ruhlar diyoruz. Bir şekilde kendilerini kendileri kabul etmiyorlar. Kendilerine “Ben hayatı nasıl yaşamak istiyorum” sorusunu sormalılar.
Evlilikle özgürlük kavramları birbirini çekiyor mu yoksa itiyor mu?
İnsanın hayattaki gailesi kendini gerçekleştirmektir. Birçok nedenden dolayı bir kısım insan arafta kalarak kendini gerçekleştiremiyor. İnsan neye yatırım yaparsa onda büyür. Evlilik konusunda özgürlüğün kısıtlandığı gerçeğini kabul etmek gerek. Hem ilişkine yatırım yapmalı hem de ilişkini hayatının merkezine koymadan bir yandan orta noktada buluşulacak alanlar yaratırken bir yandan da herkes kendine özel alanlar bırakması gerekir. Yeri geldiğinde belli konularda fedakarlık da yapabileceksin yeri geldiğinde de kırmızı çizgini ifade edip karşı tarafı durduracağın yerler de olacak. Burada iletişim ve denge giriyor işin içine yine. Denge zaten evrenin bir kanunu.
Özümüze dönmekle, kendimize bakmakla ilgili bu 3 öz çok önemli değil mi?
Özsaygı, özşefkat ve özgüven gibi değerleri hayatımızda ne kadar çok uygularsak o kadar kaliteli bir yaşamımız olur. Karşımızdakini olduğu gibi ne kadar kabul edebiliyoruz? Onu değiştirmek yerine, onun size uygun olmadığını, iyi gelmediğini kabullenip size uygun birini arayıp bulmaya yönelirsek o çatışmalar da doğal olarak azalacaktır. Belki bir süre üzüleceğiz, ağlayacağız ama o da geçecektir, her şeyin geçtiği gibi.
Son olarak kitaba adını veren “Hayata Mavi’den Bakmak” sizde neye karşılık geliyor?
Mavi benim oğlumun adıdır. Kitap Mavi’ye yazılmıştır. Mavi benim hayatıma girdikten sonra benim hayata bakışım da farklılaştı. Eskiden ben bunun üstesinden gelirim dediğim noktalarda Mavi’den sonra yani bir insanın sorumluluğunu aldığım noktada anne olduğumu da kabul edip hayatı tek başına imiş gibi yaşayamam. Eski Ece olsaydı belki birçok şeye daha çok katlanacaktı ve kendi potansiyelinin bu kadar net göremeyecekti. Mavi sayesinde onlara katlanmaktan vazgeçtiği için kendi potansiyelini net bir şekilde ortaya koyabildi. O yüzden Hayata Mavi’den Bakmak. Mavi’yi özgür bir şekilde, sınırları olan, bir yandan da sorumluluk alan bir çocuk olarak yetiştiriyorum.
“Kitap bana bir şeyi ulaşılmaz olarak nitelendirmeden önce “Yeteri kadar denedin mi, yeterli çabayı gösterdin mi?” diye bak dedirtti”
Her şey bir sebep-sonuç ilişkisi olduğuna göre bu yazarlık deneyimi sizin için nelere evrilebilir?
Kitap yazmak benim için ulaşılmaz bir şeydi. Serkan Soyalan aklıma sokmasaydı da ulaşılmaz kalacaktı. Kitap bana bir şeyi ulaşılmaz olarak nitelendirmeden önce “Yeteri kadar denedin mi, yeterli çabayı gösterdin mi? diye bak dedirtti. Bunun devamı da gelebilir.