“Bu kadar eğlenirken neyi unutmaya çalışıyoruz?”

Sevgül Uludağ

 

DAYANIŞMA

Nur AĞDELEN

Bireysel ve toplumsal tarihimizde halletmediğimiz meseleler kuşaklar arası aktarılır ve bunların izleri yıllar boyu sürer. Savaş ve zorunlu iç göç gibi derin travmatik deneyimlerin, sadece bunu deneyimleyen kişileri değil, onların deneyimlerini paylaştıkları kişileri de etkilediğini gösteren birçok araştırma vardır (4, 8.) Aynı zamanda ebeveyn travmatik bir deneyim yaşadığı zaman, bunun onun ebeveynlik rollerini etkileyebileceği ve deneyimlenen travmatik yaşantıların, ikinci, üçüncü kuşağa aktarılabileceğini ortaya koyan birçok araştırma yapılmıştır (7, 9, 10.)

Bir çalışmada travmayı yaşayan kuşak olan ilk kuşaktan üç ailenin temsilcileri incelenmiştir (7.) Soykırımı deneyimlemeyi, Fas’a göçü izleyen bir geçiş kampına yerleştirilmeyi ve savaş sonucunda yerinden çıkarılmaya zorlanmayı içeren üç tip travmanın da üç kuşak arasında devam ettiği ortaya koyulmuştur. Buna göre, ebeveynleri ve büyük ebeveynleri savaş geçirmiş bireylerin, önceki kuşakların yaşadığı savaş deneyimlerini, gerek tarih kitapları, gerek romanlar, gerekse ebeveynlerinin ve/veya büyük ebeveynlerinin anlatımı yoluyla, ortak bir hafızada depoladıkları düşünülebilir. Örneğin, zorunlu iç göç nedeniyle evlerinden göçmek zorunda kalmış ebeveynin veya büyük ebeveynin deneyimi ve eski evine dönme arzusunun, sonraki kuşaklar olan çocuk ve gençlere aktarılmış olabileceği, bu nedenle bu çocuk ve gençlerin genç yetişkinlik sürecinde evden ayrılma dönemlerinde gelişimsel zorluklar yanında, bireysel ve toplumsal tarihleri dolayısıyla çok katmanlı bir zorluk yaşayabilecekleri düşünülebilir. Kıbrıslı Türk bir araştırmacı olan Özüorçun-Küçükertan (10) Kıbrıslı Türk annelerin savaşla ilgili travma deneyimlerinin çocuklarının iyilik hallerine kuşaklararası aktarımında ebeveynlik stillerinin rolünü araştırmıştır. Sonuçlar, annenin savaş travmasına maruz kalmasının çocuğun psikolojik iyilik haline olumsuz olarak yansımadığını gösterse de, çocuğun yaşam doyumunun önemli ölçüde annenin savaş travmasına maruz kalmasıyla ilişkili olduğu bulunmuştur. Ayrıca, annenin savaş travmasına maruz kalmasının çocuk yetiştirme davranışları üzerinde etkili olduğu; bu çocuk yetiştirme tutumlarının da çocuğun baş etme stratejilerini belirlediği saptanmıştır.

Zoraki iç göçün ruh sağlığına etkileri üzerine başka bir çalışmanın sonuçları zoraki göçün ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini ve kadın göçmenlerin erkek göçmenlere göre daha fazla duygusal zorlanma yaşadığını göstermiştir (11.) Zorunlu iç göçün ruhsal ve toplumsal sonuçlarını inceleyen başka bir araştırmaya göre1, zorunlu iç göç yaşayan erkek, kadın ve çocukların önemli ekonomik, toplumsal ve politik sorunları olmakla birlikte, aile yapısı da değişmekte, uyum güçlükleri ortaya çıkmaktadır. Psikiyatrik açıdan ise, göç sonucu sadece travma sonrası stres bozukluğu değil, aynı zamanda depresyon ve diğer anksiyete ve somatoform bozuklukları ortaya çıkabilmektedir.

Savaşın bıraktığı en derin iz acı ve yastır.

Elizabeth Kubler Ross (5) yas evrelerinden söz eder. Ruhsal başa çıkma biçimlerini kanserli hastalar aracılığıyla tanımlar. Özetle anlatmak gerekirse, bunlar sırasıyla şok, inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabuldür. Bunların her birinin kişinin ruh sağlığını korumak için çeşitli işlevleri vardır. Kişi önce başına gelenlere inanamayıp şok olurken, daha sonra ‘Hayır hayır, bu benim başıma gelemez’ gibi bir düşünce biçimiyle bunu inkar eder, daha sonra gerçekliğe ‘Bu neden benim başıma geldi?’ diyerek kızar. Pazarlık süreçlerinden sonra harcanan çabaların durumu düzeltmeye yetmediği fark edildiğinde depresyon yerleşir ve yas süreci yaşanmaya başlar. Kişiler kaybettiklerinin, yapamadıklarının yasını tutmaya başlar. Kubler-Ross’a göre bu bir büyüme dönemidir. Gerçeklerle yüzleşildiği ve acıların, gözyaşı, dil, müzik, edebiyat gibi çeşitli yollarla ifade bulmasının ardından yaşananların kabulü söz konusudur. Herhangi bir kaybın ardından kişiler bu aşamalardan geçmektedir. Bu aşamalar sıralı gibi gözükse de aslında aşamalar arası gidip gelmeler yaşanabilmektedir.

Savaşı çocukken, yetişkinken veya yaşlıyken deneyimleyen kuşak bu travmaya birincil olarak maruz kalan kişilerdir. Özellikle 2003 yılına kadar kapalı kalan kapılar, 2003 yılında açılarak inkarı epey bir zorlaştırır hale gelmiştir. Bilinçli veya bilinçdışından sızdığı biçimiyle bizlere aktarılan hikâyeler, bunları dinleyen bizim kuşağımızda bambaşka etkiler yaratmıştır. Örneğin, neden annelerimiz babalarımızla dip dibe yaşıyoruz? Elimizde net istatistiki veri olmasa da gözlendiği kadarıyla, neden yurt dışına dünyanın önemli üniversitelerinde eğitim almaya giden gençlerin diğer toplumlara göre önemli bir çoğunluğu gittikleri ülkelerde iş olanaklarından yararlanabilecekken Kıbrıs’a geri dönüyor? Neden aynı arsa veya bina içerisinde evlerimiz? Kültürel yapımızın bunlarda önemli bir etkisi olsa da bireysel ve toplumsal tarihimizde olan bitenin bunda önemli bir rolü olduğu düşünülebilir. Literatür ve yapılan araştırmalar ışığında, Kıbrıs’ın kuzeyinde savaş, çatışma ve zorunlu iç göçü deneyimlemiş kişilerin hüznünün ve eve olan özlemlerinin, onların yaşamına, diline, söylemlerine, davranışlarına yerleştiği söylenebilir.

Şimdi durumu daha iyi anlamak için üç katlı bir apartman düşünelim. Bu apartmanın en altındaki bina büyük ebeveynlerimizin kuşağı (savaşı deneyimlemiş yetişkinler), ortasındaki ebeveynlerimizin kuşağı (savaşı deneyimlemiş çocuk ve gençler), en üstündeki ise bizim kuşağımız (savaşı deneyimlememiş genç ve yetişkinler) olsun. En alt kattaki büyük ebeveynin deneyimleri, üzüntüleri, acıları, tıpkı memler gibi, bitmemiş işler misali alt kuşaklara yani üst katlara devredilir ve üst katlar, alt katların attığı temeller üzerine inşa edilir.
Peki, geçmişte yaşanan olumsuz deneyimleri sonraki kuşaklara aktarıp duracak mıyız?

Yoksa neler yaşandığını ele alıp, bunlarla yüzleşip, bunları konuşup, yazıp, çizip, çekip, dinleyip, izleyip önümüze mi bakacağız? Önümüze nasıl bakabileceğiz? Biz nasıl büyüyeceğiz? İşte yukarıda sözü edilen yas sürecinden geçerek. Olan bitenlerle yüzleşerek, bunları kabul ederek, kayıplarımızın yasını tutarak, depresyonunu yaşayarak.

Kayıplarımızın acısını giydiğimiz farklı süslü kıyafetlerle kapatamayız, o derin izleri yaptığımız makyajlarla gizleyemeyiz. Nereye kadar aman evimiz her an elimizden gider diye BMW, Mercedes gibi taşınabilir mallara yatırım yapacağız? (2) Yaşananlara duyduğumuz öfkeyi yaptırdığımız uzun tırnaklarla bir yere kadar ifade ederiz. Bunların eyleme dökülmesinden çok, konuşulması, sembolik dile dökülmesi kaçınılmaz. Her iki toplumun da çok acı deneyimleri oldu. Yaşanan bu şiddetli travma ve acı deneyimler, onların da bizlerin de yaşamında derin izler bıraktı.

Evet, ebeveynlerimiz ve büyük ebeveynlerimiz savaş geçirdi.

Evet, çok korktular.

Evet, kimisi bir gecede canını zor kurtarıp evinden bir çöp bile almadan çocukluğunu terk etmek, orada dondurmak ve kaybetmek zorunda kaldı.

Evet, kimimizin babası, dedesi kayboldu, bir parçası bile bulunamadı. Oktay Şılar’ın belirttiği gibi,
Faili meçhul kayıplarda, yas ritüellerinin gerçekleşmediği, acıyı hafifletici son görevlerin yerine getirilemediği ve buna eşlik eden dayanışmanın yaşanamadığı bir durum vardır. Öleni ruhsal-manevi-dinsel tasavvurumuz içine yerleştirebileceğimiz bir ‘mekan’ yoktur. Bu mekan dışarıda bir ‘yokluk’ olarak travmayı sürekli kanırtırken içeride bir ‘delik’ olarak tezahür eder.

Yas sahnesinin en önemli kurucusu olan naaş-beden ya sahnede değildir ya da sahnedeki rolünü, ölüm rolünü oynamasına dahi müsaade edilmemiştir. Bu durumda bastırılanın (gömülenin), işlevsel geri dönüşü ancak kayıp cesedin (gerçek ya da metafor olarak) yeraltından çıkarılmasıyla mümkün olabilecektir. Aksi takdirde yas nesnesi var olmayan ama bizi terk etmeyen bir hayalet gibi ruhsallığımızı istila edecektir.

Bütün bu acı yaşantıları deneyimlemediği halde farklı etkilerle yaşayan bizler, bu yükü içinde neler olduğuna bakmadan taşımak zorunda değiliz. O torbayı açıp, içinde neler olduğuna bakıp, belki yıllardır tutunduğumuz, artık ihtiyacımız olmayan korkuları buradan çıkarabiliriz. Yüzümüzdeki makyajı silip, olduğumuz gibi, o derin yaraların izlerini sürerek bunları hatırlayıp ağlayabiliriz. Ne kadar korktuğumuzu, ne kadar kızdığımızı anlatabiliriz. Evet, çok acı verici olacak. Ama kimse büyümenin, yetişkin olmanın kolay bir deneyim olduğunu söylemedi. Ursula K. Le Guin’in (6) de belirttiği gibi ‘Ne de olsa esas işleri budur gençlerin: Büyümek.’
Bu kadar eğlenirken neyi unutmaya çalışıyoruz? Bu canlılık hangi derin depresyonu baskılamaya çalışıyor?

Neler yaşandı? Neden ergenliğe çakılıp kaldık? İsyan ediyor, isyan ediyoruz da, neden bağımsızlaşamıyoruz? Ayaklanıp, neden kuyruğumuzu bacaklarımız arasına sıkıştırıp anne baba kucağına geri dönüyoruz? Çünkü korkuyoruz. Evet, büyümekten çok korkuyoruz.

Belki günlük yaşamımızda bilinçli olarak hatırlamıyoruz, ancak bu yok saydığımız deneyimler, acılar hem bireysel hem kolektif bilinçdışımızda depolanmaya devam ediyor ve yaptığımız mangallara, aldığımız pahalı arabalara, bitmek bilmeyen eğlencelerimize, temizlemediğimiz bahçelerimize, bir çivi bile çakmadığımız evlerimize sızmaya devam ediyor. Bedenler, odalar, evler, memler, kuşaklar bunları unutmuyor. Geçen yıllara dair hisleri donduruyoruz, ergen kalıyoruz, ama gerçekte yıllar geçiyor. 40-45 yaşına geldiğimiz halde, artık anne baba evinden ayrılmanın, yetişkin olmanın, yaşamsal sorumluluklarımızı almanın zamanı gelmedi mi? O halde,
Barış için sen de yüzleş.
Yatırımlarımızı arabalar gibi taşınabilir evlere yapmaktansa (2), ruhsal ve toplumsal evlerimize yapalım. Gelecek kuşaklara acılar, tamamlanacak yaslar değil; umut bırakalım.

---------------------------------

Kaynakça
1.Aker, T., Ayata, B., Özeren, M., Buran, B. ve Bay, A. (2002). Zorunlu iç göç: Ruhsal ve toplumsal sonuçları. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 3, 97-103.
2.Beysoylu, C. ile bir sohbetimizden alıntıdır.
3.Danielidou, L. ve Horvath, P. (2006). Greek Cypriot attitudes toward Turkish Cypriots and Turkish immigrants. The Journal of Social Psychology, 146(4), 405-421.
4.Gürdil, G. (2014). Üstlenilmiş travma ve ikincil travmatik stresin travmatik yaşantılara müdahale eden bir grup üzerinde geştalt temas biçimleri çerçevesinde değerlendirilmesi. Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
5.Kubler-Ross, E. (1969). On death and dying. New York: Scribner.
6.Le Guin, Ursula K. (2013). Yerdeniz büyücüsü. (Ç. E. İpek, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
7.Lev-Wiesel, R. (2007). Intergenerational transmission of trauma across three generations. A preliminary study. Sage Publications London, Thousand Oaks, CA and New Delphi, 6 (1), 75- 94.
8.Lingendahl, J. P., McLean, K. C. ve Mansfield, C. (2013). When is meaning making unhealthy for the self? The roles of neuroticism, implicit theories, and memory telling in trauma and transgression memories. Memory, 21 (1), 79-96.
9.Motta, R. W., Joseph, J. M., Rose, R. D., Suozzi, J. M. ve Leiderman, L. J. (1997). Secondary trauma: Assessing inter-generational transmission of war experiences with a modified stroop procedure. Journal of Clinical Psychology, 53 (8), 895-903.
10.Özüorçun-Küçükertan, N. (2013). Intergenerational transmission of maternal war-related trauma experiences to their Offspring’s well-being among Turkish Cypriots: Mediator role of parenting styles. Unpublished doctoral dissertation, Middle East Technical University.
11.Sır, A., Bayram, Y. ve Özkan, M. (1998). Zoraki iç göçün ruh sağlığına etkileri üzerine bir ön çalışma. Klinik Psikiyatri, 2, 83-88.
12. Şılar, O. (25 Ekim 2013). Bitmeyen Yas: Faili meçhul kayıplara psikanalitik bakış. 30.08.2016, http://bianet.org/bianet/toplum/150814-bitmeyen-yas-faili-mechul-kayiplara-psikanalitik-bakis.
13. Vrachimis, N. (2012). Gruplar arası temas ve sosyal nüfuz yoluyla gruplar arası önyargının azalması. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Kıbrıs Üniversitesi.
*Bu yazıyı kaleme almam için beni dürten arkadaşım Aslı Murat’a sonsuz teşekkürlerimle.

 

(DAYANIŞMA – Nur AĞDELEN – 3 Eylül 2016)