“Bu kente geri dönmekle savaşı kazandım...”

Sevgül Uludağ

“Omarska Cehennemi”nden sağ kurtulan Rezak Hukanoviç, yaşadıklarını anlattı...

1992 yılında işkenceleri, cinayetleri ve tecavüzleriyle ünlenen Omarska Toplama Kampı’ndan sağ kurtulan Rezak Hukanoviç, yaşadıklarını Balkan Araştırmacı Gazetecilik Ağı BIRN’e verdiği röportajda aktardı.

6 Ağustos 2021 tarihinde Azra Husariç ile İrvin Pekmez imzasıyla yayımlanan röportajı, okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik...

Röportaj şöyle:

*** Omarska toplama kampından Manyaka’ya 6 Ağustos 1992’de transfer edilişinin yıldönümünde, Priyedor’dan eski bir tutuklu kendisinin ve oğlunun yaşadıklarını anlattı... Bunca çok acı çekilmiş olan Priyeder kentini neden hala sevdiklerini aktaran Rezak Hukanoviç, Bosna’nın kuzeybatısında burada doğup büyümüştü... Bir radyo programı yapmaktaydı... Mayıs 1992’de hayatında ilk kez bir elbombasının patlayışını duymuştu...

***  Bosna’nın diğer yerlerinden haberleri dinleyen Rezak, pek yakında savaşın sona ereceğini ummaktaydı. Ancak kısa sürede savaş Priyedor’a da ulaştı ve 30 Mayıs 1992 tarihinde oğlu evlerindeyken tutuklanarak Boşnak Sırplar’ın kurmuş olduğu Omarska toplama kampına gönderildi... Rezak hiçbir zaman oğlunun neden tutuklanmış olduğunu anlayamamıştı...

*** Kendisi de tutuklanarak bu kampa gönderilmişti ve kamptaki korkunç görüntüleri hatırlıyor, bir babanın kollarında çocuğunun ölümünü hatırlıyor... “Her zaman dediğim gibi, benim çocuğum şanslıydı ki hayatta kaldı ancak bazı çocuklar hayatta kalamadı, ebeveynleri de hayatta kalamadı” diyor.

***  Rezak Hukanoviç, komşusunun işkence görüp dövüldüğünü, kemiklerinin kırıldığını, işkenceden böyle getirildiğini hiçbir zaman unutmadı.

***  Bu kamptan en acı hatıralarından birisi de Kozaraç’tan bir profesörle ilgili – yaraları nedeniyle yatamıyordu profesör ve tahta bir taburede sabahlamak zorunda kalmıştı...

***  “Sorgu odaları üst kattaydı... Dövme olayları bir kat yukarıdaydı...” diyor Hukanoviç... “Profesör aniden ‘Bu benim oğlumdur’ demişti. Oğlunu sesinden tanımıştı... Ertesi günü oğlunun cesedini evin yanında görmüştü” diye anlatıyor.

***  Ağustos 1992 tarihine kadar kampta yaşananları hatırlıyor, Omarska’dan transfer edilmeden önce işkencelere tanık olmuş ve ölümle karşılaşmış...

***  O günlerde sorgu odalarında yaşayan korkunç işkenceler sonucu meydana gelen kan kokusu ve acı dolu çığlıklardan başka herhangi bir şey düşünemiyormuş... “O insanların kalbinde ne vardı ki işkence yaptıkları insanlardan bu kadar çok nefret ediyorlardı, onları öldürüyorlardı, her gece bu insanları alıp kollarını, bacaklarını kırıyorlardı ve 15 gün süre içerisinde de bu insanlar acı çekerek ölüyordu?” diyor...

***  Ancak Omarska’da Eso Sadıkoviç adlı kahraman doktorlardan birini de hatırlıyor, yaralı tutuklulara yardım ediyormuş, kimi zaman kendi saçından yaptığı ipliklerle yaraları dikiyormuş...

*** “Tutuklular kendi kirli gömleklerini ıslatıp bunlarla yaralara kompres yapılması için veriyorlardı... Kablolarla, değneklerle, tahta sopalarla dayak yiyordu insanlar ve bedenler parçalanıyordu, Eso ise bu yaraları kendi saçıyla dikiyordu... Bu korkunç görüntüleri insan asla unutamaz” diye anlatıyor.

***  Temmuz 1992’nin son döneminde, Omarska Toplama Kampı’na çok sayıda otobüs gelmiş ve çok sayıda tutuklu getirmişler oysa kamp zaten tamamen doluymuş... Bu tutuklular otobüslerden iner inmez öldürülmüşler...

***  Omarska toplama kampında hayatta kalanlar günde bir kez yemek yiyorlarmış ancak bu yemekler hayvanlara bile yedirmeyeceğiniz türden şeylermiş.

***  “Sanki birkaç gün önce pişirilmiş, fasulyeye benzeyen birşeyler yiyorduk, içinde birkaç lahana yaprağı da bulunuyordu... Yemeğin miktarını arttırmak için bir kova su ekliyorlardı tencereye” diyor...

***  5 Ağustos 1992’de, 120 kadar erkek tutuklu, Omarska’dan alınarak öldürülmüşler... Bu yüzden 2006 yılında Priyedor’da Belediye Ulusal Savunma Konseyi Başkanı Milomir Stakiç’e mahkeme 40 yıl hapislik cezası vermiş insanların bu kampta öldürülmeleri nedeniyle...    

***  6 Ağustos 1992’de Hukanoviç, diğer pek çok tutukluyla birlikte Omarska’dan Manyaka toplama kampına transfer edilmiş... Burada koşullar daha iyiymiş ancak Omarska’dan çok daha soğuk bir yermiş burası...

***  “Burası dağlarda bir yerdi, tam bir kabustu, rüzgar bedenlerimizi sarsıyordu” diye hatırlıyor Manyaka kampını...

***  Omarska’daki son tutuklular 21 Ağustos 1992’de oradan transfer edilmiş...

***  Uluslararası Kızılhaç aracılığıyla tutuklulara soğuktan korunmak maksadıyla battaniyeler verilmiş ancak iklim koşulları ve tahta barakaların içindeki çok zor koşullar nedeniyle o battaniyeler dahi bir işe yaramamış. Tahta barakalardaki delikleri naylonla kaplamaya çalışıyormuşlar ki rüzgarı durdurabilsinler...

***  Hukanoviç, Boşnak Sırp kamplarında toplam altı ay kalmış... Çok kötü muamele görmüş, çok korkunç koşullarda yaşamış ve bu kötü muameleyi kendisine yapanlarla zaman zaman karşılaşmaktaymış şimdilerde...

***  “Benim bir özelliğim vardır ki bence bu bir erdemdir” diyor Hukanoviç. “Ben nefret nedir bilmem... Öylesi bir düşünce yapısı nasıl olur, gerçekten bilmem... Beni dövmüş olanlardan dahi nefret etmiyorum... Yalnızca onların adalet önüne çıkarılmasını istiyorum” diyor ve bir daha Bosna’da savaş denen kötülüğün yaşanmamasını isteyen yeterince insan bulunduğunu söylüyor.

***  “Kimse beni buna zorlayamaz” diyor... “Ben bir savaş adamı değilim... Çarpışmaların adamı değilim... Ben bu savaşları, bu kente geri dönerek kazandım... Bu kente dönmekle bu savaşı kazandım ve hayatım boyunca istediğim birşeyi gerçekleştirmiş oldum” diyor.

*** Ona göre insanlar bu kenti kınamaktan vazgeçmeli çünkü bu suçları işleyenler insanlardı... “Bir kenti bunun için suçlayamazsınız, insanları suçlayabilirsiniz ama... Priyedor’un eskisi gibi olmadığını söylüyor bazıları... Evet değildir, geçmişten daha güzeldir çünkü insanlar farklıdır” diye konuşuyor...

***  Karşı karşıya kaldığı korkunç suçlardan bahsetmek yerine, bu suçlarla karşı karşıya kalıp da bunlarla başedebilenlerden söz etmeyi tercih ettiğini anlatıyor Hukanoviç... “Bu insanların bazılarını tanıdım, onlarla severek kahve içebilirim” diyor.

***  Toplama kampından kurtulduktan sonra hayatının bir bölümünü Norveç’te göçmen olarak geçirmiş ancak çok sevdiği kentinden uzak kalamayacağı için geri dönmüş. Dönüşünden bu yana ise kendisiyle birlikte bu suçlara tanık olanları anlatıyor, yazıyor ve gerçeğin canlı kalması için uğraş veriyor... “Her zaman gururla söylüyorum, çok uzun bir yol katettim, orada benimle birlikte olan insanlar vardı, Omarska cehenneminde hayatta kalanlar vardı, inanın bana gerçek kahramanlar onlardır” diyor.

***  Lahey’deki eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi, 18 kişiye Priyedor’da işledikleri suçlar nedeniyle toplam 276 yıl hapislik cezası vermiş. Bosna Hersek Mahkemesi de 21 kişiye Priyedor’da işledikleri suçlar nedeniyle toplam 368 yıl hapislik cezası vermiş.

***  Priyedor’da işlenen suçlar sonucu “kayıp” edilen 588 kurbanın gömü yerleri hala aranıyor... Bugüne kadar Priyedor’dan 2,500 kurbandan geride kalanlar bulunmuş ve kimliklendirilmiş... Kentte 102 çocuk öldürülmüş ve bunlardan 40’ının gömü yeri hala bulunamamış... Priyedor’da toplu mezarlardan çıkarılan en küçük kurban henüz iki aylık Velid Softiç imiş...

 

https://balkaninsight.com/2021/08/06/surviving-the-omarska-hell-ex-detainee-remembers-six-months-in-camps/

 

(BIRN’de Azra Husariç ile İrvin Pekmez imzasıyla 6 Ağustos 2021 tarihinde yayımlanan röportajı

derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 


Temmuz 21’in son şiiri...

Yaşar İsmailoğlu

Kayıp – Ölü olduğum dahi varsayılmıyor
Soruyorlar “kayıp olan ne?’ ben kayıplardan konuşunca
Aslında onlar da biliyor kayıp olan ne olduğunu
Ne kaybolmadı ki utanmadan soruyorlar bir de
Kimin, hangi ellerin, nasıl kayıp ettiklerini
Utanıyorlar belki, yahut da korkuyorlar suçlanacaklarından
Aslında yanlış soruyorlar bana ‘ne kaybettirmediniz ki’ olmalı soru
Yaratmış olduğunuz yalnızlık, boşluğa düşürdüğünüz sevdalar
Hala gözyaşlarını tutamıyan analar, eşler ve çocuklar
Dinmeyen başağrıları, özlem, boş kalmış kucaklar
Hep acıda yaşlanan bedenler...
Keşke bunlar kaybolsa keşke bunları yaşatmasak geride kalanlara
Ruhumuzu gün ve gün kemiren bekleyiş, yarına güvensizlik
Tüm bedeni saran ağrılar, bedeni kaldıramıyan dizler ve beyazlaşan saçlar
Ben bir kayıp yakınıyım ve tümden acıyım ve kaybolmuyor özlemim
Gün gelir kaybolurum kendi kimliğimde gün gelir erir giderim mum gibi
Azer azer, damla damla gözden akan yaş gibi yağan yağmur misali
Gün gelir sürüklerim ayaklarımı dümdüz bir patikada arar dururum kaybımı
Gün gelir yolumu kaybeder, aklıma uyarak tutarım yolu 
Giderim tek başıma onu en son gördükleri yerlere
Anlamlı anlamsız arar dururum seni çalıların üzerinde kalmış kendimi
Yıllar öncresinde belkide bir kör kuyuya attılar seni
Aslında kaybolan benim kırk senedir arayıp da bulamadığım için seni
Seninle tarlada seninle dostlarla düğünlerde beraber
Neşe dolu yaşam dolu sevgi dolu mutlu bir gelecekti umudumuz
Sen diyorlar kayıpsın aslında beni hiç düşünmediler
Ben şimdi kayıp’ım kendi içimde kendi düşüncemde 
Bir türlü anlayamadım biz neden ayrıldık
Daha doğrusu biz ne yaptık ki zorunan ayırdılar bizi bizden
Evet kaybolan benim ve ölü olduğum dahi varsayılmıyor

31.7.2021

Yurdumu gurbete taşımışım...

Yaşar İsmailoğlu

Yurdum şimde benle gurbette
Havası, suyu akşamı, gündüzü farklı
Renkleri soluk, yazları eksik, kışı boğuk
Velhasıl yurdumdan uzakta, toprağı killi
Acımasız, değer bilmez bir diyarda
Çocukluğumu, gençliğimi, sevdamı 
Ne yapsamki  yaşatayım yaşatmak arzumu
Kültürle başlamak lazım herşeyden önce
Toprağı tanımalı sonra da onu işlemeli
Çapa, kürek, bel, çekiç ve keser güçlü eller
Valize doldurup alıp getirmeli buralara köyümden
Renkleri ve kokularıyla dört mevsimi yaşatmak
Adaçayı ki bolca köyümün tepelerinde yaşardı
Bir de Anadolu orkidesi vardı Orchis Anatolia
Aslanağzı kayalıklar arasından saklanırdı telaştan
Arpa Çiçekleri  yarışırdı arpa buğday tarlalarında
Ekim sonu biter yurdumun yazları, Kasım ayı sararır yapraklar
Gelir Sonbahar yavaştan başlar sağdan soldan poyrazlar
Tepelerimizde, ovalarda evlerimizin taa yanında 
Baharın ilk müjdesini vermeye başlar yabani nergis çiçekleri

Değişik renklerde dağ laleleri dantel gibi süslerdi ovamızı
Papatyaları kıskanan onun için de aynı açan devedili
Sarı sarı çevrelerdi köyümüzün tepelerle ovasını
Medoş laleleri köyümüzün  Koloş Kalesine bakan yamaçlarında
Süslü Ceneviz şövalyeleri gibi tek tük nöbet tutarlardı
Trodoslardan akıp gelen su hendekleri kenarlarında
Tepede otururken kayalar üstünde bakınca şöööyle aşağılara
Renk cümbüşünde dans ederdi sarı papatyalar 
Bahar gelince unutulmaz anılarla donatırdı sarışın çiçekler
Sapsarı bir halı gibi inişleri çıkışları ovalarla tepelerimiz
Siklamenler yaz gelince saklanacak yer arar
Sonbahar gelince de en önde mevsimi onlar açar
Hoş kokulu upuzun bronz gövde üstünde
Köyüm Şimşir bitkileriyle doluydu çok yıllık zamanlarda
Keskin kılıca benzetirdim en alttaki yapraklarını
Gelin adayı pembe dudaklı çiçekleri

Aşağılara Livadya’ya varınca aşka düşmüş kalbiyle Tavşan kulağı
Dantel gibi örülmüş pembe çiçekleri
Yabani mersinler mutlu birliktelikleri, barışı ve sevgiyi anlatmakta
Yazın ayazında da yeşil kışın soğuğunda da yeşil aroması ayrı bir güzel
Sahile varmadan kumlar arasından herşeye inat yıllıklı kum zambakları
Ve ulaşırız çok ünlü Ladies Mile, çıplak bedenleri yalayan Akdeniz’e
Bunlar köyümün kokusunu veren dantel gibi renk cümbüşü çiçeklerimdi
Birde ekşiliciler vardı sarı sarı açan kızlarla koparıp ağzımızı kamaştıran
Ve dahası var kocaman ağaç boyunda olan
Zeytinler, harnıplar, turunçlar, yusufcuklar, dağ gülleri birkaç renkte
Sarı ladenler, her yerde kiriş otları pembe pembe kokusu hoş olmayan çiçekli
Hiç ölmeyen küçücük soğanlarıyla kendini koruyan oxalisler
Dudağında mor rujuyla beyaz yüzlü tavşan kulakları efkaliptüs altlarında
Kerpiç duvarların gölgesinde tenekeler içinde boyum kadar feslikan
Pembe kokulu gülümüz vardı annem toplatır gülsuyu damıtırdı 
Bezle şişelerin ağızlarını sıkı sıkı bağlayarak, beyaz sarıklı imam gibi raflarda
Minik menekşe çiçekleriyle kapımızın önünde çalılaşmış lazmari
Bubamın duvar pastırmasının tuzdan sonra ham malzemesi

Bunların hepsi de var şimdi bahçemde elli yıllık bir uğraş
Ne varsa orda şimdi var burda
İncirin envayisi, zeytinin aynısı yurdumu gurbete taşımışım
Harnıpla çok sevdiğim alıç hariç

Tahmin ettiniz mi ben şimdi nerdeyim?