“Bu kitabın altında yatan tema, savaş karşıtlığıdır…”

Sevgül Uludağ

Elias Pantelidis’in kaleme aldığı, 16 Kıbrıslı’nın yaşamlarının anlatıldığı “Savaş ve Biz” başlıklı kitabından...

 

11 Ocak 2019 Cuma akşamı saat 19.00’da Lefkoşa’da ara bölgedeki Dayanışma Evi’nde tanıtımını yapacağımız, Elias Pantelidis’in kaleme aldığı ve 16 Kıbrıslı’nın yaşamlarının anlatıldığı “Savaş ve Biz” kitabı için kaleme aldığı giriş yazısında, Elias Pantelidis, “Bu kitabın altında yatan tema, savaş karşıtlığıdır” diyor.

Elias Pantelidis’in giriş yazısından bir bölüm şöyle:

“Doğum gerçektir, ölüm gerçektir, ikisi arasında ise hayat denilen gürleyen ve aydınlatıcı bir aralık vardır. Hayat, neredeyse her zaman savaş, yıkım ve ölümle iç içedir. Savaş ölümcüldür ve daha yaşamın ilk ışıklarından itibaren de öyleydi… Çok çok uzun zaman önce, Kabil, Habil’i öldürerek kayıtlara geçmiş ilk savaşı, ilk iç savaşı, ilk soykırımı başlatmış oldu. Kabil doğan ilk insandı, Habil ise ilk ölen… Ölümü bir cinayetti, hiç beklemediği bir savaşta gerçekleşti. Ona ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi, savaşı hızlıydı ve cennette öldü, sonsuza değin yitirilen cennette. O zamandan sonra, dünya dediğimiz gezegende birçok cennetin yitirildiğini gördük, yerlerine ölümcül ve yapay ormanların getirilişine tanıklık ettik…

…  Kıbrıs, 1974’te üç askeri olayla birkaç gün içinde yüzleşti. 15 Temmuz Pazartesi idi, 20 Temmuz Cumartesi ve 14 Ağustos Çarşamba’ydı. Kıbrıs, Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs’ın halkı, beklenmedik olmayan bir şekilde, tüm cephelerde kaybetti. Savaş yalnızca birkaç gün sürmüştü, bu süre içerisinde birçok kişi öldü ve 1964 yılının kayıp şahıslar listesine daha pek çokları eklendi; öyle bir liste ki  var olmasına rağmen, pek çok kişi tarafından yok sayılan. Silahsız kişiler hala masum kurbanlar olarak adlandırılmaktadırlar. Silahlı kişiler ise, milliyetleri, siyasi tercihleri, dinleri veya ana dillerine göre ordu subayı, komando, asker, yedek, polis, istilacı, vatan haini, asker kaçağı, korkak, toplu katliamcı, kurtarıcı ya da diğer şaşaalı veya aşağılayıcı adlarla anılmaktadır…

Yıllar adeta birkaç saniye içinde geçti; kırk, elli, altmış yıl birkaç saat içinde geçip gitti. Temmuz ve Ağustos aylarında yaşanan trajik olaylardan bu yana kırk yılı aşkın süre geçti. Hükmedici yılımız bir dokuz yedi dört’ün üzerinden kırkı aşkın yıl.

Bir on yıl öncesinde, Aralık 1963’te kıyamet kopmakta, kargaşa ile yüzleşen birçok Kıbrıslı etrafta koşuşturmaktaydı. Kıbrıslı Elenler, Yunanistan ile birleşmeye (Enosis) koşuyordu, en azından birçoğunun alenen söylediği şey buydu. Bu koşuşturmanın sonucu, anayasal düzenin bozulması ve Kıbrıslı Türk toplumunun gettolarda izole halde TMT tarafından kontrol edilip korunur duruma gelmesi oldu. Adanın her iki tarafında bulunan suçluların “öldürme yetkisi” vardı; 16 Ağustos 1960’ta doğan Kıbrıs Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler’i yardım etmek ve korunmak üzere devreye girmesi için davet etmek zorunda kaldı. Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan İttifak Antlaşması artık ortadan kalkarken, Üçlü İdari Merkez de sırra kadem bastı. Bir BM Barış Gücü ise, Güvenlik Konseyi tarafından 4 Mart 1964’te oybirliği ile alınan bir karar gereğince yönetimi ele aldı.

Hayatın gerçekleri oldukça basittir; yirmi yaşında bir gencin omuzlarına kırk yıl daha bindiği zaman, 60’tan daha büyük görünen ve hisseden, daha yaşlı ve bilge birine dönüşür. Artık daha bilgedir çünkü boş yere İthaka’yı ve gerçekleri bulmaya çalışarak İthaka’ya doğru yaptığı uzun yolculuğu hala devam etmektedir. En azından insan, sadece bilim insanlarından değil, sıradan, basit insanlardan da darbe, istila, işgal, tecavüz, yağmalama, kayıp kişiler, kuşatılmış topraklarda yaşayanlar, mülteciler, yerleşikler, anavatan Yunanistan çok uzakta, anavatan Türkiye çok yakında, İngiliz üsleri zaten burada ve daha birçoğu gibi yeni basit kelimeler ve ifadeler öğrenir ve öğrenmeye devam eder.

Hayatın gerçekleri hiçbir zaman basit değildir; toy bir zihin, hala savaşın ve ölümün arkasındaki mantığı anlamaya, kavramaya ve bunlara anlam kazandırmaya çalışırken hele, hiç basit olmamıştır. Kahraman olanlar, olmayanlar, bu ikisi arasında kalmış olanlar var. Ordu subayları, korkaklar, hainler, siyasetçiler, karaborsa vurguncuları, yağmacılar, tecavüzcüler ve silahsız insanları katledenler var. Ara bölgenin her iki tarafında da yaşlı ya da genç fark etmeksizin, masum insanları öldüren katiller, cezasız kalmıştır. 1958’de zihnen, 1964’te yeşil bir mürekkep ile, 10 yıl sonrasında ise akıtılan kırmızı kanlarla canice tekrardan çizilen ve şimdilerde Attila Hattı olarak adlandırılan Yeşil Hat, o zamanlar Kıbrıs’ın demir perdesiydi ve bu durum günümüzde de aynen devam etmektedir. Birbiriyle karşı karşıya olan Yunan ve Türk kuvvetlerinden dolayı, bir Birleşmiş Milletler ara bölgesi kurulmuştur (İngiliz kuvvetlerinin yasal kontrolü olduğu yerler hariç). Bu hat, oldukça uzun bir süre boyunca Kıbrıs halkını birbirinden ayrı tuttu. Hem fiziksel, hem de psikolojik olarak Kıbrıslıları Kıbrıslılar’dan, Hristiyanları Müslümanlar’dan ve Türkleri Elenler’den ayırmaktadır.

Okuyacağınız bu hikayeler, bazı Kıbrıslıların yaşam hikayesinin edebi bir kompozisyonunu sunmaktadır. Kısa, özlü bir şekilde yazılan yaşam öykülerinde, hikayedeki kahraman, o Hükmedici bir, dokuz, yedi , dört yılının çok, ama çok sıcak Temmuz ve Ağustos ayları boyunca tanıklık ettiği olaylara ağırlık vererek, içten bir şekilde hayatını ortaya dökmektedir. Hafızalar solar fakat insanların aklında yer eden belirli olaylar, sanki bugün hala dünü yaşıyormuşçasına hep taze kalır.

Bu kitabın altında yatan tema, savaş karşıtlığıdır. Savaş karşıtlığı üzerine kurulu olan bu kitabın yapısı, ufacık Kıbrıs adasının tarihinin sadece çok küçük bir bölümümün nasıl şekil aldığını anlamaları için okuyuculara yardımcı olmayı hedeflemektedir. Hikayelerdeki başkahramanların kendi yaşamlarına ait kısa öykülerin, çok hassas bir dönem olan 1974’ü daha iyi anlayabilmemiz adına oldukça yardımcı olacağını düşünüyorum. 1974 yılının o sıcak yaz günlerinde, her insanın davranış ve tepkileri, sadece etnik kökenlerinin değil, aynı zamanda aileleri tarafından yetiştirilme tarzlarının, kişisel hassasiyetlerinin, hatta kaderlerinin, kısmetlerinin, bir anda alınmış kararlarının sonucunda oluşmaktaydı…”

(SAVAŞ VE BİZ – ELİAS PANTELİDİS – Ağustos 2018 – Khora Yayınları- Lefkoşa.)


BASINDAN GÜNCEL…

 “Saraybosnalı balıkçının savaşa dair anlattıkları…”

Robert Fisk

Onu Miljacka Nehri kıyısındaki patikalardan birinde, elinde bir oltayla kenardaki korkuluklara dayanmış, hızlı akan ve pek de balık var gibi görünmeyen sığ suya dik dik bakarken fark ettik. Gökyüzünün öfkeli olduğu yağmur atıştıran bir günde, yanınıza bir çevirmenle yürümekte olan ve bu kasvetli şehrin serserilerine bulaşmaya hazır bir gazeteci değilseniz, böylesi somurtkan –sanırım sinirli de– bir adamın yanına yaklaşmaktan kaçınmak en iyisi olabilirdi.

Saraybosna’yı hiçbir zaman keyifli bir şehir olarak görmedim; sadece modern tarihteki en uzun kuşatmaya maruz kalmış olması nedeniyle değil, açılmış olan yeni turistik mağazaları nedeniyle de. Yine bu şehre etnik bütünlüğün simgesi sıfatının iade edilmiş olmasının da hak edilmiş bir şey olduğunu düşünmüyorum. Burası aklımı babamın Birinci Dünya Savaşı’nda yer aldığı siperlere götürüyor. O savaşta da bir siyasi suikastın yapıldığı yerin –Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan veliaht prensine ve eşine yönelik suikast– bir tür tatil ziyareti yerine döndüğü görülüyor. Gelin ve Gavrilo Princip’in veliahdı öldüren kurşunu nerede sıktığını görün. Köşede bir müze bulunuyor ve aynı sokak üzerinde göz alıcı bir dört yıldızlı otel var, yine hemen köşeyi dönünce ise –şaka yapmıyorum– “Beyrut” adında bir Lübnan lokantası bulunuyor.

Balıkçı, ben onu gördüğümde, Princip’in tam 104 yıl önce Franz Ferdinand’ı boynundan ve eşi Sophie’yi karnından vurduğu noktanın kabaca elli metre ilerisinde, nehrin karşısında dikiliyordu. Balıkçının hikayesi de –dolaylı olarak– fazlasıyla kirli bir cinayet hikayesiydi. Balıkçı kesik kesik konuşuyordu ve yüzü sanki bir hiddet ve kibir maskesi halinde donup kalmış gibiydi. Söylediğine göre 57 yaşındaydı fakat en az on yaş daha yaşlı, yetmişe yakın gösteriyordu. Ona soruyorum: Bosna Savaşı sırasında burada, Saraybosna’da mıydı?

Yüzünü kibirli bir şekilde bana döndü. “1991’den itibaren savaştaydım. Yugoslav Ulusal Ordusu’na (JNA) karşı ‘Caco’yla birlikte savaşıyordum. Caco iyi bir adamdı. Söyledikleri gibi biri değildi. Sana günlerce anlatabilirim. ‘Seve’ öldürdü onu.”

Bosna’da ölmüş bir adamın iyi bir adam olduğunu duyarsanız, bunun genellikle biraz farklı bir anlamı vardır. Yine bütün Bosna hikayelerinde olduğu gibi, bu hikayeyle ilgili de bir açıklama gerekiyor. 1991’de, Bosnalı Müslümanlar bir süre için Hırvatların yanında ve eski Yugoslavya’dan Sırpların hakim olduğu bir ulusu sürdürmeye çalışan Yugoslav Ulusal Ordusu’na karşı savaştılar. Fakat ‘Caco’ –eskiden Sırp-Hırvat dili dediğimiz ve bugünse Boşnakça olarak adlandırmamız gereken dilde ‘Tsatso’ olarak okunuyor– 1993’te feci şekilde öldürülmesine kadar Saraybosna kuşatmasındaki vahşi bir savaş suçlusuydu. Balıkçı da işte bununla birlikte savaştığını söylüyordu.

Aslında, Tuğgeneral Musan ‘Caco’ Topalovic, yani balıkçımızın hikayesindeki “iyi adam”, askeri kariyerini kuşatma altındaki Saraybosna’da hem Sırplara hem Müslümanlara yönelik bir gasp, rehine alma, kitlesel tecavüz ve kitlesel katliam kampanyasına dönüştürmüş olan ve böylece Müslümanların bir yandan Sırplarla savaşırken diğer yandan Müslümanları öldürebileceğini kanıtlayan Bosna Ordusu’nun 10. Dağ Tugayı’nın komutanıydı. ‘Coco’ neredeyse aynı acımasızlıkla “Seve” denilen –ki bu Boşnakçada ‘tarlakuşu’ anlamına gelir; üzerine şairlerin şiirler yazdığı sevimli bir kuştur– Müslüman başkan Aliya İzzetbegoviç’e bağlı Bosnalı paramiliter polis kuvvetleri tarafından öldürülecekti.

Son savaşta, dokuz “Seve” polisi –birinin gözleri çıkarılarak ve bir başkası karnı deşilerek– öldürüldü ve Caco, yarısının sivil rehineler olduğu 18 kişinin öldürülmesinin ardından kuşatıldı. Caco “kaçmaya çalışırken vurularak öldürüldü”; gerçekte ise, karnı deşilerek öldürülen “tarlakuşu”nun babası tarafından infaz edildiği nerdeyse kesin. Caco isimsiz bir mezara gömüldü – fakat daha sonradan naaşı gömüldüğü yerden çıkarılarak, ebedi dinlenme yerlerini bir savaş suçlusuyla paylaşmayı kesinlikle hak etmeyen kahramanların arasına, bir “muharipler” mezarlığına gömüldü.

Balıkçımız savaşta Caco’ya hizmet etmeyi kendisi seçmemişti fakat ona Bosna savaşını kimin kazandığını sorduğumda, ağzından baklayı çıkardı: “Onlar kazandı! Eski muharip askerlere yaptıklarına baksana. Bak şimdi, biz Hırvatlarla savaştık, Hırvatlar bizimle savaştı ve biz Hırvatlarla birlikte Sırplara karşı savaştık – siyasetçiler ise şimdi oturmuş anlaşmalar yapıyorlar. Bütün bunlar, bizlerin birbirimize karşı, Müslümanların Müslümanlara, Hırvatların Hırvatlara, Sırpların Sırplara karşı savaşmasına yol açacak. İşlerin nereye geldiğini görüyorsun değil mi?” –ve bu sırada parlamento binasının olduğu yönü işaret ederek– “En sonunda, zamanında yaşadığımızdan daha beter, gerçek bir iç savaş yaşayacağız.”

Bizim balıkçı gibi eski muharip askerler kızgınlar çünkü parlamento, kaç tane gerçek eski muharip asker olduğuna ya da bunların savaşta ne yaptıklarına dönük çok az kanıtla birlikte savaş “emeklileri”nin maaşlarında bir artışa gitmeyi planlıyor. Bu askerlerin bir kısmı birbirileriyle savaştılar. En yüksek maaşı kim alacak? “Tarlakuşları” Caco’yu halletmiş olan eski başkan Aliya İzzetbegoviç’in oğlu Bakir İzzetbegoviç’in bugün Demokratik Eylem Partisi’nin başkanı olmanın yanı sıra modern Bosna-Hersek’in dönüşümlü başkanlığına da gelmesi, bizim balıkçı açısından işlerin daha iyiye gitmesi anlamına gelmiyor.

… Neyse, balıkçı daha fazla konuşmak istemiyor. Dediğine göre, Saraybosna’ya bakan tepelerde, Sırpların savaşın sonuna kadar yaşamış olduğu bölgede kalıyor ve kardeşinin ve kardeşinin ailesinin evinde yaşıyor. Açıkça yalnız bir adam ve birkaç saniye sonra oltasını koltuğunun altına alarak eski iskele boyunca giderek bizden kaçarcasına uzaklaşıyor.

Oysa durumda bir tuhaflık var: nehirde yer yer göller oluşmuş olmasına karşın –herkesin bildiği üzere– Miljacka nehrinin Saraybosna boyunca akan yerlerinde, Princip’in yüz yıldan fazla zaman önce Arşidük’ü vurduğu ve balıkçının bu yağmurlu günde “balık avladığı” bu noktada hiç balık yoktur.

[Independent’taki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

(INDEPENDENT – Robert FISK – Temmuz 2018)