15 Temmuz’da Yunan Cuntasının düzenlediği darbeden sonra Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 tarihinde başlattığı ve 16 Ağustos 1974’te sonlandırdığı askeri müdahale yakın Kıbrıs tarihinin seyrini bütünüyle belirledi ve adayı adeta çözümsüzlüğe mahkum etti. Türkiye anayasal düzeni ihlal eden Yunan Cuntasına itiraz ederken, adayı gayrı meşru bir şekilde ikiye böldü ve Kıbrıslı Rumları yüzlerce yıldan beri yaşadıkları topraklardan kovdu. Garantörlük hakkını ve yükümlülüğünü bozulan anayasal düzeni yeniden tesis etme yönünde kullanmak yerine, yeni bir statü dayatmaya yöneldi. Nitekim 20 Temmuz günü TBMM’de yapılan kapalı oturumda dönemin başbakanı Bülent Ecevit şöyle diyordu: “Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir...” Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel ise “gücün gereği yeni bir nizamdan” söz ediyordu: “Bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır. Binaenaleyh, Türkiye bugün 1960 Kıbrıs Devletine hayatiyet veren Anlaşmaların şartlan içerisinde de kalamaz.”
“Yeni bir statü/nizam” dayatmak amacıyla 20 Temmuz günü başlayan Türk müdahalesi 22 Temmuz’da sağlanan ateşkes ilanıyla durdu. Türk ordusu Kıbrıs’a çıkmıştı ama istenilen ilerlemeyi sağlayamamıştı. Harekat son derece başarısız olarak değerlendiriliyordu. Girne’nin batısından karaya çıkan askerler Girne’yi alacak kadar bile ilerleyemezken, havadan indirilen paraşütçü birliği büyük kayıplar vermişti. NATO’ya dahil olan Türk ordusunun başarısızlığı karşısında telaşa kapılan Kissinger Amerika’nın Genel Kurmay Başkanı General George Scratchley Brown’a bunun NATO açısından ne anlama geldiğini soruyordu.
Ateşkesten yararlanarak ve aslında ateşkesi ihlal ederek yapılan yığınak sonucunda adaya 36 bin asker ve 200 tank çıkarıldı. Artık “Ayşe tatile çıkmaya” hazırdı. 14-16 Ağustos tarihleri arasında yapılan ikinci harekat hiç bir direnişle karşılaşmadan amacına ulaştı. Ülke coğrafi olarak ikiye bölündü ve nüfusun yer değiştirmeye zorlanmasıyla bölünmüşlük demografik olarak da tamamlandı. Savaş esnasında ve savaştan sonra, önceden planladığı gibi, Türkiye iki bölgeli, iki toplumlu federal devlet tezini ortaya attı. Fakat toplumların siyasi eşitliğine dayalı bu yapıda yurttaşların eşitliğine yer olmadığı gibi, iki bölgelilikten etnik bakımdan “temiz” iki ayrı bölge anlaşılıyordu. Kıbrıs Rum toplumu ve Yunanistan böyle bir “çözüm” anlayışını kabul etmiyordu. Savaştan sonra taraflarla gizli görüşme yapması için ABD’nin atadığı emekli büyükelçi William R Tyler’e 10 Eylül 1974 tarihinde Yunanistan başbakanı Kostantinos Karamanlis şöyle diyordu: “Helenler 1960 yılında Enosisi terk ederek bağımsızlığı kabul ettiler. 1974 yılında da 1960 düzeninin değiştirilerek federal bir sistemin oluşturulmasını kabul etmeye hazırdırlar. Fakat Yunan hükümetinin bundan daha ileriye gitmesini beklemek gerçekçi değildir.”
İlginçtir, tam 36 yıll sonra, 3 Eylül 2008 tarihinde, Mehmet Ali Talat ile bir araya gelen Dimitris Hıristofyas hazırladığı “Ek Yorum”da Karamanlis’in 1974’te söylediklerine benzer şeyler söylüyordu: “Müsaadenizle, Genel Sekreter’in Özel Danışmanı önünde vurgulamak isterim ki, iki-bölgeli, iki-toplumlu federasyon Makarios’un 1977 yılında verdiği büyük bir tavizdir ve bu taviz takdir edilmelidir. Bu sürecin başında açık biçimde belirtmek isterim ki, Kıbrıs Rum tarafı bu tavizi vermekle verebileceği bütün tavizleri vermiştir ve bunun ötesine gidemez. Ne Konfederasyon kabul edilebilir, ne de “bakire doğumu” yöntemiyle iki devletin yeni ortaklığı... Federal çözüm iki toplumun ortaklığına dayanacaktır.”
Görüleceği gibi, Karamanlis ve Hristofyas gibi “federal çözüm karşıtı milliyetçi güçler” kategorisine koyamayacağımız siyaset adamları bile Türk tarafının çözüm modelini benimsemiyorlardı. Nitekim, Yorgos Vasiliou ve Glafkos Kliridis gibi pragmatist liderler de bir sonuç alamamışlardı. Bugün iktidarda olan Nikos Anastasiadis’in de böyle bir çözüm anlayışını kabul edeceğini beklemek beyhude olur.
Söylemek istediğim şudur ki, Türk tarafının iki bölgeli federasyon konseptini çözüm yanlısı Kıbrıs Rumlar kabul etmiyor. Burada federal çözüme ideolojisi gereği veya pragmatizmi sayesinde açık olan siyasi aktörlerden söz ediyorum, federasyon karşıtı güçlerden değil. Milliyetçi Kıbrıslı Rumlar zaten 1974’le ortaya çıkan durumu bütünüyle yok sayıyorlar. Bu yüzden de federal çözüme sıcak bakmıyorlar.
Kısacası, Türk tarafı federal çözüm konseptini gözden geçirmedikçe, adada kalıcı barışa ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Ne yazık ki, silah zoruyla dayatılan statü, Türk milliyetçiliğinin hegemonik söylemi sayesinde Türkiye’de ve Kıbrıs’ın kuzeyinde artık hiç kimsenin sorgulayamayacağı kadar “doğallaştırıldı. Özellikle Annan Planından sonra yaşadığımız olağanüstü hal o kadar “olağanlaştırıldı” ki, artık Kıbrıslı Rumların en meşru hak taleplerini bile “saldırı” olarak adlandırıyoruz. “Rumlar Omorfo’yu da istiyormuş” türünden provokatif haberler üretiyor, sonra da hep birlikte öfkeye kapılıyoruz. Olup biteni o kadar doğal ve meşru sayıyoruz ki, Kıbrıslı Rumların hak taleplerini sadece öfkelenmek ve karşı durmak için işitiyoruz. Silah zoruyla dayatılmak istenilen statünün ve bunun bir sonucu olarak kafamızda dolaştırdığımız “çözümün” kabul edilmez olduğunu anlamak istemiyoruz. Bu “kuvvet nizamını” dünyanın “en doğal nizamı” olarak benimsiyoruz.
Oysa Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğu bir savaş kaybettiklerini iyi biliyor. Bu yüzden, 1974 öncesinde hiç bir surette kabul etmeyecekleri bir düzeni kabul etmek zorunda kaldılar. Acı ve zor olsa da İki Bölgeli İki Toplumlu Federasyona (İBİKF) prensip olarak “evet” dediler. Fakat bu çözüm formülünden Türk tarafının anlamak istediği çözüm şeklini anlamıyorlar. İki ayrı ve etnik bakımdan temiz coğrafya öngören ve yurttaşlık haklarını sınırlamak isteyen bir çözüm formülüne “evet” demek istemiyorlar. Ve Türk tarafı İBİTF konseptinin içeriğini gözden geçirmedikçe, en pragmatist çözüm yanlıları bile buna “evet” demeyecekler. Silahlar şimdilik susmuşsa da, savaş başka araçlarla devam edecektir...