Turgut Denizgil
turgut.denizgil@gmail.com
Foucault’ya göre iktidar, üretici bir güçtür ve bilgi iktidar tarafından ve onun kurumları aracılığı ile üretilir. Bu, birbirini yeniden üreten bir ilişkidir. Bahsi geçen iktidar, bizlerin genellikle düşlediği gibi tek boyutlu, belirli bir kesimin elinde bulunan ve onun aracılığı ile diğerleri üzerinde mutlak hâkimiyet alanına sahip iktidar modeli değildir. İktidar sahipsizdir ve özne de bilgi ile iktidar ilişkisi arasında kalan alanda üretilir. Bilgi, özne üzerinde denetleme işlevi görür ve bilgi aracılığı ile özneleri kategorileştiren iktidar toplumsal yaşamı yeniden kurgular. Dolayısı ile iktidar ürettiği bilgi ve bu bilginin barındırdığı dil aracılığı ile kendi gerçekliğini inşa eder. Bilginin özneler üzerindeki belirleyici etkisi aracılığı ile de hem iktidarın hem de bilginin sürekliliği sağlanmış olur.(i)
Resmi Kıbrıs tarihi, bizlere her zaman o bilindik dili ve bakış açısı aracılığı ile bir toplumsal gerçeklik sunma gayreti içerisinde oldu. Söz konusu resmi tarih çatışma ve savaşlardan, şehitler ve bayraklardan oluşan bir milliyetçilik öğretisi olmanın ötesine hiçbir zaman geçemedi.
Üretilen resmi ideoloji, kullanmayı tercih ettiği dil aracılığı ile bir gerçeklik inşa etti ve bu gerçeklik uzun yıllar tartışılamaz kabul edildi. Bugün geldiğimiz noktada, söz konusu gerçekliğin pek çok açıdan yeniden ele alınması ve egemen söylemin tarihsel ve sosyolojik etkilerinin daha iyi anlaşılması gerekmektedir.
Nacak gazetesinin 27 Ağustos 1960 tarihli 67. Sayısında, ‘Şehit Gülten Yunus’ başlıklı bir haber yayınlanır;
“16 Ağustos gecesi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni havayi fişenk ve av tüfeği patlatarak kutlayanlar tarafından, Gülten Yunus’un; misafir bulunduğu evin balkonunda eğlenceleri seyrederken başından vurularak kaldırıldığı hastanede ölmesi, Kıbrıs Türkleri arasından derin üzüntü yaratmıştır.
Şehit Gülten Yunus, bilindiği gibi, üç arkadaşı ile genç yaşta Kıbrıs Türklüğü uğruna ölen şehit Mustafa Ertan’ın ablasıdır.
Üst üste iki şehit verme mertebesine eren yaslı aileye başsağlığı dilerken, Gülten’in ölümüne sebebiyet verenlerin polise bildirilmesini ve polisin de hadiseyi ciddiyet ve önemle izlemesi gerektiğini halkımıza ve mesul makamlara hatırlatırız.”(ii)
Habere konu olan olay, metinden de anlaşılacağı üzere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş günü olan 16 Ağustos gecesi yapılan ‘kutlamalar’ sırasında bir yurttaşın hayatını kaybetmesi ile ilgilidir. Merhumun hayatını kaybetmesine neden olan tüfeğin kim tarafından ateşlendiğinin dahi bilinmediği olay sonrası meydana gelen kaybın, ‘şehit’ olarak sunulamayacağı çok açıktır. Buna rağmen yeni kurulan cumhuriyetin üzerinden sadece on bir gün geçmiş olmasına rağmen, olay Nacak gazetesi tarafından topluma ‘Şehit Gülten Yunus’ başlığı ile servis edilir.
Nacak gazetesi kendi gerçekliğini şehitler üzerinden kurgulayan ve kabul ettiren TMT’nin yayın organı iken, Rauf Denktaş da gazetenin imtiyaz sahibidir. Gazeteye ismini verenin, sözde İş Bankası müfettişi olarak adaya gelen Ali Conan kod adlı Albay Ali Rıza Vuruşkan olduğu söylenir. (iii)
29 Mayıs 1959 tarihinde ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır’ ifadeleri ile birlikte haftalık olarak yayın hayatına başlayan gazetenin, Türk’ten Türk’e kampanyalarının savunucusu olduğunu belirtmeye lüzum yok. Gazete, köylerden Lefkoşa’ya gelen yurttaşlara da ulaşılabilmesi hedefiyle, Cuma günleri yayınlanıyor. Gazetenin son sayısının 20 Aralık 1963’e denk geldiğini hatırladığımız zaman, Foucault’nun bilgi ve iktidar ilişkisi ve bu ilişki alanında üretilen özne kavramlarını yeniden ele almak gerekiyor.
Foucault’ya göre özne sözcüğünün iki anlamı vardır: “Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Özne tarihsel güçlerin ürünüdür ve farklı koşullar farklı türde özneler üretmektedirler.”
Foucault’nun ayrımını yaptığı özne türleri içerisinde, denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne, kuşkusuz iktidarların arzuladığı türden bir öznedir. Yaratılan düşmanlık ve öteki üzerinden kendi iktidarını gerekçelendiren ve ürettiği bilgi temelinde süreklilik hedefleyen iktidar türü bugün halen varlığını korumaktadır.
Kutlama ortamında hayatını kaybedenlerin şehit listelerine dâhil edildiği, söz konusu listeler üzerinden bir toplumsal tarih kurgulanarak bu tarihin topluma tek gerçek gibi dayatıldığı ve toplumu oluşturan bireylerden de söz konusu kurgusal gerçeklik karşısında söylem ve davranış birliği içerisinde olmasının beklendiği bir coğrafya burası.
Bunu bekleyenler, elbette kendi iktidarlarının sürekliliğini hedefleyen, insan hak ve özgürlüklerinin gelişmesinden yana değil, kurgusal tarihin devamından yana pozisyon alanlardır. Buna rağmen söz konusu beklentiyi karşılamayan ve ‘vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özneler’in bu coğrafyadaki sayısı giderek artıyor.
Geçtiğimiz hafta vicdani reddini açıklayan Nuri Sılay bunlardan bir tanesi. Kıbrıs’ın kuzeyinde savaşlara taraf olmayacağını açıklayan, on yedinci vicdani retçi. Kendisine dayatılan kurgusal gerçekliği kabul etmediğini, Kıbrıslı Rumları düşman olarak görmediğini ve bu nedenle Kıbrıs’ın kuzeyinde kendisine dayatılan zorunlu askerlik hizmetini vicdani bir görev olarak reddettiğini söylüyor.
Türk Dil Kurumu vicdan kelimesini, ‘kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç’ olarak tanımlıyor. Geçtiğimiz günlerde ikinci kez tutuklanan İsrailli kadın vicdani retçi Tair Kaminer “bizi ordunun siyasetle bir ilişkisi olmadığına ikna ediyorlar ancak orduda olmak siyasi bir karar” diyor. Resmi ideoloji, Kıbrıslı Rumların düşmanımız olduğunu söylüyor, çarşaf çarşaf şehit listeleri yayınlayarak, bu argümanını güçlendirmeye çalışıyor. Nuri Sılay farklı düşünüyor ve sırf bu nedenle bedel ödüyor.
Kendini demokratik hukuk devleti olarak tanımlayan tüm devletler, düşünce suçunun varlığının kabul edilemez olduğunu iddia eder. Kıbrıs’ın kuzeyinde de yürürlükte bulunan anayasanın 42. maddesi, tüm bireylerin düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğunu, düşünce suçunun olmadığını söyler. Oysa Kıbrıs’ın kuzeyinde vicdani retçiler, devletin resmi ideolojisinden farklı düşündükleri, yaşadıkları coğrafyaya ilişkin devletin kendi kurgusal gerçekliğinden farklı bir gerçeklik kurgulayabildikleri, yönetenlerin durduğu noktadan dünyaya bakmadıkları gerekçesiyle, ya doğup büyüdükleri sokaklardan uzaklarda hayat sürmeye zorlanmakta ya da yargılanıp mahkûm edilmekte, hapse atılmaktadır.
Yönetenlerden farklı düşünüyor, dünyaya ve yaşadığı coğrafyaya yönetenlerden farkı bakıyor olmak, anayasaya göre suç değil. Ancak bunun pratik hayata yansımasına baktığımızda durum hiç de öyle değil. Her şeyden önce adı konmamış bir düşünce suçu ile karşı karşıya olduğumuzu ve tutuklamaların da siyasi mahkûmiyetler olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
Bireyin hiçbir sorumluluğu olmadığı hâlde, kurgusal tarih anlatımı üzerinden devletin yurttaşlarını belirli bir davranışta bulunmaya zorlaması en basit tabiriyle zulümdür. Dileyenin dilediği zaman bir ülkenin belirli bir bölgesinden bir diğer bölgesine seyahat hakkının tanındığı bir coğrafyayı, ortasından dikenli tellerle ikiye bölüp sözde sınır ihlâlini gerekçe göstererek tellerin arkasına belli aralıklarla eli silahlı gençler dizen iktidarlar, bugünün farklılaşan gerçeklikleri ile hiçbir şekilde benzeşmeyen kendi kurgusal gerçeklikleri ile yüzleşmelidir.
Kıbrıs’ın kuzeyinde verilen vicdani ret mücadelesi, insan hak ve özgürlükleri açısından olduğu kadar, bu yüzleşme süreci açısından da değerlidir. Tüm vicdani retçiler, bu nedenle bir kez daha dayanışmayı hak etmektedir.
“Entelektüelin Siyasal İşlevi” isimli çalışmasında Foucault, yapılması gerekenin evrensel doğrular yaratmaya yönelik söylemler geliştirmek değil, tam aksi mevcut söylemlerin parçalanmasına yönelik çaba harcamak olduğunu söyler.
Devletlerin ideolojik ezberlerinin bedel ödeyen bireyler tarafından bozuluyor olması, yönetenleri rahatsız etmektedir. Geçmişte yapılan seferberlik dayatmasına yönelik vicdani ret açıklamalarında ‘ama sen askerlik yaptın’ tepkisinin veriliyor olmasının sebebi de, duyulan bu rahatsızlıktı. Bugün yapılan açıklamanın içeriğine değil de, Lefkoşa’nın güneyinde mi kuzeyinde mi yapıldığına yönelik yapılan tartışmanın sebebi de bu rahatsızlıktır. Böyle saptamalar, meselenin özünü görmezden gelmemize yol açmaktadır. Bu da en temel insan haklarından birinin Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan yurttaşlara halen tanınmamış olduğu gerçeğinin yarattığı utançtır ve bu utanç yönetenlerindir.
----------------------------------------------------------
(i)Michel Foucault, 2011, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yayınları
(ii)Meclis Gazete Arşivi
(iii)Ulvi Keser, 1958–1963 Mücadele Sürecinde Kıbrıs’ta Basın Ve Nacak Gazetesi