Şimdi artık daha erken kararıyor gün...
Bir anda grileşiyor pencerem...
Günün üzerini örtüyor puslu bir peçe...
Işıldayınca mavi yeniden, uyanınca, bir başka sabaha kavuşunca yani, yine yüzleşeceğiz kirlerimizle...
Hayatımıza gürül gürül akacak yeniden, onca pisliği ömrün...
***
Merter geldi odama, akşam üzeri...
- "Abi be, sen bu işi bırak roman yaz" dedi.
Gülümsedim...
Kitabımı okumuş....
Sevmiş...
İç çektim!
***
Çok kıskanırım kimi yazarları...
"Uzaklaştım" derler...
Bir adaya giderler, altı ay kapanırlar...
- "Bu roman öyle çıktı" diye anlatırlar...
Ah da neler çıkmaz ki?
***
Sabah bir mesaj gelmişti, sevgili Asım'dan.
Pablo Neruda'nun şu meşhur "yavaş yavaş ölürler" şiiri düşmüştü böylece önüme...
"...Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler...
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar...
Yavaş yaşaş ölürler..."
***
Yavaş yavaş ölmek değil mesele...
Ya da hızlı yaşamak...
İnsana “yetişememek” koyuyor en fazla!
Yetişememek kendi kuytularına!
***
Un ufak edilmiş ömürlerin kıyısında gezinerek, her sabah umutla yıkıyoruz yüzümüzü...
Ve biraz daha hüzünle...
Dağları aşan tatminsizliklerin, zamanı yetersiz kılan telaşların ve usandıran tekrarların girdabına sıkışıyoruz...
Bir türlü yönümüzü değiştirecek risk almıyoruz, alamıyoruz nedense...
Suluyoruz ‘sürer’ durumu!
Ufağından büyüğüne..
Çözülüyoruz, bir kedinin patikleriyle oynadığı yün yumağı misali...
***
Liveneli’nin şarkısı geliyor dilime...
“... Savrulan yapraklar gibi
akıp giden günlerimiz...”
Bugün de yazmasam diyorum...
Ne olur hani!
Bugün de...
‘Sizden’ olsun köşe!