Bugünden Geçmişe, Geçmişten Geleceğe

Hakkı Yücel

“Geçmişi denetleyen geleceği denetler; günü denetleyen geçmişi.”
George Orwell’in 1984 adlı eserinden..                                                                               

İnsanlığın bugünden geleceğe doğru seyreden macerasında geçmiş peşini hiç bırakmadı/bırakmayacak. O geçmişin mahiyeti, bugününü ve geleceğini büyük oranda belirliyor/belirlemeye de devam edecek. Ancak şu da var ki bu süreçte belirleyici olan, yaşanmış ve bitmiş olaylar bütünü olarak kendi başına ‘geçmiş’ değildir, o ‘geçmiş’in ‘tarih’e dönüştürülmüş halidir. Bir başka ifadeyle geçmişte yaşanan ve biten o olaylara yüklenen/yüklenecek anlam ve yapılan yorumlar ve de buradan oluşturulan müktesebattır. Şudur:  ‘Geçmiş’ (orada yaşanan olaylar),  ona bakanın/okuyanın algılamaları ve yorumlarıyla tarihsel olgulara ve de ‘tarih’e dönüşmektedir. Burada dikkat çeken husus ise, ‘geçmiş’in ‘tarih’ olarak yazılırken, onu yazanda içkin ‘yöntem farklılığı/çeşitliği’ (metodolojik farklılık/çeşitlilik), görüş/yorum farklılığı (ideolojik farklılık) nedeniyle farklı okumalara tabi tutulacağı, bunun da ‘geçmiş’in ‘tarih’e dönüşürken kaçınılmaz olarak ‘bilgi çeşitliliği’ (epistemolojik farklılık) içereceği gerçekliğidir. Bu yüzdendir ki geçmişi öğrenme, anlama ve anlamlandırma disiplini olarak ‘tarih’ bilgi ve bilinç olarak kolektif hafızaları ve kimlikleri oluştururken ve de varoluşsal soru(n)lara varana kadar hayatın farklı alanlarına yönelik arayışlara çözümler getirip, yanıtlar üretirken bu epistemolojik, yöntem bilimsel (metodolojik) ve ideolojik farklılıkların/çeşitliliklerin izlerini taşıyacaktır.  

Bu tablo özellikle modern zamanlarda belirgin biçimde açığa çıkacaktır. Şu nedenle: Modernite ile birlikte, uluslaşma ve ulus-devletleşmenin gündeme gelmesi, ulus-devletin hegemonik siyasi bir model olarak ortaya çıkması sonucunu getirmiş, bu da geçmişin ‘ulusal’ bir mahiyet kazanmasını zorunlu kılmıştır. Daha kesin bir ifadeyle Westfalia Antlaşmasından (1648) sonra evrensel ölçekte hız kazanan uluslaşma/ulus-devletleşme sürecinde arka planda ideoloji olarak milliyetçiliğin yer alması, ortaya çıkan bu yeni siyasal yapının ve oluşan uluslararası sistemin temel niteliklerini belirlemiş ve sonuç olarak iki türlü ulus (ulus-devlet) inşa modeli gündeme gelmiştir: Bunlardan bir tanesi özellikle Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan ‘toprak ve vatandaşlık’ temelli ulusçuluk (milliyetçilik) ve bununla uyumlu ulus-devlet modeli; diğeri ise kan bağı esaslı ve etnik temelli Alman romantik ulusçuluk (milliyetçilik) ve bununla uyumlu ulus-devlet modelidir. İki model arasında gerek ulusun ve gerekse ulus-devletin inşa edilme sürecinde kısmi farklılıklar olsa (territoryal ya da etnik temelli olma farklılığı) ve ilk anda birincisinin ikincisine göre daha demokratik bir nitelik taşıdığı doğruluk payı içeriyorsa da, son kertede bu milliyetçiliklerin her ikisi de yeni bir kategori olarak öznesi olan ulusu/ulus-devleti, diğerlerinden farklı -ve de üstün, biricik- bir küme/yapı olarak algılar ve onu bu farklılığı belirginleştirecek, anlamlı kılacak bir geçmişin, tarih olmuş bir geçmişin üzerine oturtur. Bu noktadan itibaren artık ‘geçmiş’ ulusal/milli bir mahiyet kazanacak, ulus/ulus-devlet bu geçmiş üzerinden tanımlanacak ve ‘öteki’ ile olan ilişkiler de bu çerçeve kapsamında sürdürülecektir.

Hal böyle olunca, şimdiden sonra ‘geçmiş’ kendisi olmaktan çıkacak, artık ulusları/ulus devletleri -ayrı ayrı her ulusu/ulus devleti- her bakımdan dimdik ayakta tutacak, üstün niteliklerle donatacak, onu ezel-ebed var kılacak bir hüviyet kazanacaktır.  Bu da o ‘geçmiş’in amaca uygun (o ulus ve ulus-devlete uygun) ‘tarih’ olarak inşasını gerektirecektir. Şudur: Gelinen aşamada mevcut durumu (uluslaşma ve ulus-devletleşmeyi) sadece kategorik olarak tanımlamak ve kavramsal olarak açıklamak yeterli değildir. Bundan daha önemlisi ona kendini biricik kılacak,  nesilden nesle gururla aktarılacak, ezel-ebed yaşatacak bir mahiyet kazandırmaktır. Bu da her ulusun/ulus-devletin kendi amaçlarıyla örtüşen (teleolojik) ayrı bir tarihinin olması icap ediyor demektir. Dünyada mevcut uluslar ve ulus-devletlerin her birinin ayrı tarihinin olması ise (bu o ulusların gurur duyacağı bir tarih olmak bir yana, doğru ve gerçek olan tek tarih de olacaktır), aynı zamanda herkes tarafından (bütün uluslar ve ulus-devletler tarafından) kabul edilen tek bir dünya tarihinin olmadığının da göstergesidir.

O zaman şu söylenebilir: ‘Nesnel’ bir tarih yoktur, olsaydı herkes tarafından kabul gören ortak bir dünya tarihi yazmak mümkün olurdu. Öyleyse tarih ‘öznel’dir; öyledir çünkü her ulusun/ulus-devletin kendi (kendine göre) tarihi vardır (Adı: ‘Resmi Tarih’tir). Bu da şu demektir: Tarih büyük oranda kurgusaldır, hayal gücüyle beslenir.  Öyle ya her ulusun/ulus-devletin kendi tarihinin doğru/gerçek olması ve de kendisinin biricikliği başka nasıl izah edilebilir? Özetle, uluslaşma ve ulus devletleşme sürecinde tarihin büyük oranda ideolojik-teleolojik işlevler gördüğü; hayal gücüyle de beslenerek (hikâyeleştirilerek) yazıldığı, okunduğu ve resmileştirildiği, bu bağlamda salt konusu (öznesi) olan ulusu ve onun ulus-devletini biriciklik, kahramanlık, haklılık, mükemmellik kertesine çıkararak kutsadığı -ve haliyle öteki’leri de hep olumsuzladığı- ve bunun da nihayetinde uluslararası sistemin koordinatlarını belirleyen genele şamil bir anlayış halini aldığı söylenebilir.

Bu anlayışın egemen olduğu uluslaşma ve ulus-devletleşme süreci döneminde; ulusal kimlik ve aidiyet duygusunun mitler, semboller, ritüellerle beslenerek  benzersiz/biricik olma iddiasına dönüştürülmesi, başta eğitim olmak üzere her alana yayılan endoktrinasyonu ile bu iddianın kültürel ve duygusal ikliminin oluşturulması, tarihin bu doğrultuda inşa edilerek işlevselleştirilmesi ve de bir bilinç olarak kolektif hafızalara kazınması, tanımladığı ulusa (ulusal kimlik’e)/ulus-devlete ve onun mensuplarına sadece duygusal, kültürel değil aynı zamanda siyasal bir meşruiyet de kazandırmış ve bu durum da kaçınılmaz olarak öteki ile olan ilişkilerin mahiyetine belirleyici bir unsur olarak yansımıştır. Bu tablonun derece farkı göstermek suretiyle her ulus ve ulus-devlet için geçerli olmasının uluslararası ilişkiler düzeyinde maliyeti ise çok ağır olmuş, ulaştığı gelişmişlik düzeyi, insanlığın bu yolda kanlı bedeller ödeyerek yoğun acılar yaşamasını engelleyememiştir.

İşte yirmi birinci yüzyıla girerken, insanlık adına umutlu bir başlangıca vesile olacak, uluslararası sistemde hegemonik ulus-devlet yapısını -bununla örtüşen ulusçuluğu- sorgulayan yeni yapılanmalar ve arayışlar içine girilmesi, ortaya çıkan yeni koşullar kadar, insanlığa ağır bedeller ödeten yerleşik geçmiş-tarih algısı/kurgusuyla da doğrudan ilgiliydi. Eğer öyleyseydi, yeni bir dünyanın ve yeni bir geleceğin inşasının geçmişin yeniden gözden geçirilmesini ve buradan hareketle tarihin yeniden yazılmasını (kurgulanmasını) -yeni tarihyazımını- gerekli kılacağı da aşikârdı. Daha açık bir ifadeyle geçmişin ağır ve kanlı yükünden azade ‘yeni bir dünyanın (yeni bir geleceğin)’ inşası için, bu yükten arınmış ‘yeni bir geçmişin’ inşası zorunluydu.  Nitekim başlangıç itibarıyla bu yolda kimi adımların atılması da (ör. yeni bir siyasi örgütlenme olarak Avrupa Birliği ve ulus-ötesi bir kimlik olarak ‘Avrupalı kimliği’) bir bakıma bu gerekliliğin işaretiydi. Aynı anda hoşgörüye, özeleştiriye, empatiye, paylaşmaya, tahammüle, tevazuya ihtiyaç duyan, bu bağlamda ciddi zihniyet değişimini zorunlu kılan böylesi bir sürecin kolay gerçekleşemeyeceği aşikârdı. Öyle de oldu ve de, gelişmiş demokrasiler de dâhil,  ‘ulusçuluk/ulus-devlet’ aşıldı/aşılıyor denirken çok geçmeden geri döndü. Dahası bu dönüşte, bir yandan kendine karşı çıkan yeni arayışları/anlayışları/hareketleri marjinalize, hatta kriminalize ederken, varlığını konsolide edecek geçmişi de yeniden ihya etmek suretiyle kurgulamaya başladı.

Küresel ölçekte, çeşitli biçimlerde örnekleri yaşanan bu sürecin, hemen yanı başımızda ve içimizde de karşılıkları var. Türkiye’de AKP iktidarının ‘yerli ve milli’ parolasıyla siyasetten kültüre, hayatın her alanına yönelik uygulamaları/müdahaleleri, bugünü ve de geleceği belirlemek adına koordinatlarını ‘(Sünni) Müslüman-Türk-(neo)Osmanlı’ olarak çizdiği geçmişin yeniden inşası işlemiyle -yazılı ve görsel semboller, söylemler, ritüeller, diziler vb. her türlü aracın tahkimiyle de- eşzamanlı olarak sürdürülüyor. Bu sürece yönelik en ufak eleştiriye, karşı görüşe ise tahammül gösterilmiyor. AKP iktidarı ile uyum içinde olan, onun uzantısı, KKTC Cumhurbaşkanı ve siyasi iktidar ise yeni paradigma ‘iki devletli çözüm’ den hareketle benzer uygulamaların KKTC versiyonunu sergiliyor. En son 74 Temmuzunda annesini ve dört kardeşini kaybeden sevgili Hüseyin Rüstem Akansoy’un kırk yedi yıl gecikmeyle cenazelerinin defnedilmesi sırasında dile getirdiği barışçıl ve ülkenin geleceğine yönelik temenniler -yeni bir geçmişi de talep eden temenniler- ve de defnedilme töreninin biçimi (sivil tören) bu zihniyetten nasibini alıyor. Yine öngörülen yeni siyasi paradigma ile örtüşen, ona zemin teşkil edecek, geçmişin ihyası anlamında “Bir Zamanlar Kıbrıs” dizisi vizyona konuyor.

Aşikâr olan şu ki küresel/yerel ölçekte ‘yeni bir gelecek’ talebi, bugünden başlayarak ‘yeni bir geçmiş’in inşasını, o ‘geçmiş’in ‘yeni bir tarih’, yeni bir hikâye ve nihayet yeni bir gerçeklik olarak yazılmasını, zorunlu kılıyor.