“Bul karayı, al parayı” diye bir oyun vardı, şimdiki gençler pek bilmez.
Panayırlarda oynanırdı.
Üç iskambil kartının ikisi kırmızı olurdu, biri siyah ve bu üç kart parmak uçları arasında karıştırılarak yere serilirdi.
“Kırmızı”yı bulursanız kazanırdınız.
* * *
“Para para”yı çeker derler.
Hani dereler denize akar gibi.
- Dereler de betondan akamıyor ya!-
Kirli para kiri çekiyor.
Kara para karayı...
* * *
Şaşırmıyoruz dahi artık...
“Böyledir” diyorlar.
“Ne yapacaksın...”
Hatta...
“Sen de gözünü açacaksın!”
Bul karayı kap parayı!
* * *
Kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlamaya kamera kayıtları dahi yetmiyor. Pusulayı iyiden iyiye kaybettik.
Kendi işyerini soyan nicesinden kiraladığı evin eşyalarını satan kiracıya... Rüşveti denetleyen müfettişin rüşvetçi çıkmasından ülkeye getirmediği turist için teşvik alan yatırımcıya... Turistin soyguncusundan öğrencinin hokkabazına… Bir evi birkaç farklı insana aynı anda satan müteahhitten tahsil ettiği parayı cebine atan polise kadar çorap söküğü gibi ucu bucağı gelmeyen, itip bitmeyen bir çürüme yaşanıyor.
* * *
Bir mesele olurdu eskiden...
Bin kişi ayıplardı...
Şimdi bir mesele içinde...
Bin insan çıkıyor.
Ayıplayan da ayıplı!
* * *
“Bu zamanda ne yapacaksın”ı konuşuyor dudaklar ve giderek daha fazla insan yaşananları meşrulaştırıyor.
Dolandırıcılığı normalleştiriyoruz...
Rüşveti normalleştiriyoruz...
Kirli parayı normalleştiriyoruz...
Suçun ve suçluların ülkeye egemen olduğunu normalleştiriyoruz...
Denetim diyoruz...
Otorite diyoruz...
Ceza diyoruz da...
Denetlenmezse herkesin hırsız, ahlaksız, dolandırıcı olmak gibi bir mecburiyeti varmış gibi sanki...
İnsana dair yüzsüzlüğü normalleştiriyoruz...
“Bul karayı, al parayı” tek kural!