BUNCA ACI

Neşe Yaşın

Olabileceğin en kötüsü oldu. Günlerdir bir distopyanın içinde debeleniyoruz. İnsan bunca acı karşısında susmak istiyor yalnızca. Bir arkadaşın ardından nasıl da sessizce oturduğumuzu yazmıştım. Tek bir söz etmeden. Konuşamayanın, tabutta yatanın sessizliği karşısında kendi sesimizden, nefesimizden utanarak.

Diğer yandan da birbirimizi teselli edebilmek, yası tanımlayıp onu aşabilmek için kelimelerimiz var yalnızca.

Bir grupla seyahate çıkabilmek ne güzeldir. Cıvıl cıvıldır herkes. Prak’a bir grup gençle yaptığımız seyahati anımsıyorum. Erken uyusunlar, odalardan çıkmasınlar diye koridorlara nöbetçi dikmiştik. Ertesi gün nasıl da birbirlerinin odalarına sızdıklarını geç vakitlere kadar gülüp eğlendiklerini anlatmışlardı. Eminim İsias otelde de öyle olmuştu. O fotoğraflara bakamıyorum. O ışıklı gözlere, o tatlı gülüşlere…Çocuk ve ölümün yan yana geldiği her cümle kalbi paramparça ediyor.

Bu yazıyı yazmaya başlamadan boş sayfayla bakışıp durdum bir süre. İpek kalpleri incitmeyecek kelimeler, yasın büyüklüğü karşısında durabilecek cümleler aradım. Sessizlik kadar güçlü değildi hiçbiri. Ölen birinin ardından yazmakta hep zorlanmış, kendi cümlelerime yabancılaşmışımdır.

Bir yandan da sürmekte olan bir hayat var ama. Daha sıkı sarılmak istediğin, sevdiklerini daha çok korumak istediğin bir hayat.

Her şey bir dakikada oldu. Olabilecek en kötü mevsimin en kötü gününde, en tehlikeli saatinde, en berbat politik iklimde. Bu bir kader değil, kendi çıkarına, kara öncelik veren, insan hayatını değersiz sayan bir sistemin yarattığı felaket yalnızca.  Ateşin düştüğü yerde olmayınca insan saygıyla susmak istiyor. O ateşin küllenmesine yardımcı olabilmek de önemli ama…

Ölenlerin ardından yakılan ağıtlar içerdeki acıyı dizginleme, ele geçirip onunla mücadele çabası biraz da.

Her şeyle başa çıkma gücü var insanın. En derin yaralar bile kapanıyor zamanla. İzi kalıyor ama.

Zor zamanların tek iyi yanı birbirine sarılması insanların. Zor durumda olana yardıma koşmak. Çukurda olanı çıkarmak için bir el uzatmak.

Duyduğumuz derin öfke ise hayatı dönüştürmeye, kötülüğü ve zulmü yenmeye, başımıza gelenin başkalarının da başına gelmemesi için mücadele etmeye yaradığı oranda önemli.

Şu an çok yakınımızda bir can pazarı yaşanıyor. İnsanın içini dağlayan görüntüler çıkıyor karşımıza. Sıcak evimizde oturmaktan, sevdiklerimizin yanı başımızda olmasından, yediğimiz yemek, içtiğimiz sudan suçluluk duyuyoruz.

Neler görmedik, neler yaşamadık ki bu hayatta. Savaşlar, yıkımlar, zulümler gördük. Daha da göreceklerimiz vardır belki. Bundan daha kötüsü olamaz dedik ama o da oldu.

Birbirimize tutunmaktan, birbirimizin omuzunda ağlayıp el ele vermekten başka çare yok.

Oralarda yaşanan acıları neden bu kadar güçlü hissediyoruz biliyor musunuz? Evimiz yıkılmamış olabilir ama çaresizliği, açıkta ve soğukta kalmayı çok iyi biliyoruz. Yalnız bırakılmayı, kandırılmış olmayı iyi biliyoruz. Kurtarılması mümkünken kurtarılmamayı, programsızlık, plansızlık nedeniyle acı çekmeyi de…

Bir görüntü gözümün önünden gitmiyor. Cumhurbaşkanı yıkıntılar arasında konuşma yapıyor. Kürsü kurulmuş ve önüne çocuklar konmuş, bir PR tablosu oluşturulmuş. Kapüşonlu bir çocuk var. Yüzünü saklıyor. Cumhurbaşkanının yanındaki bakan çocuğun kapüşonunu açıyor. Yan taraftaki çocuk kulağına bir şey fısıldıyor. Büyük olasılıkla kameraya bakman lazım diyor. Çocuk tam tersini yapıyor; başını kürsüye dayıyor ve yüzünü gizliyor. Gerçek hikâye tam ne bilemiyorum. Ama bir umut varsa o da direktife uymayan o çocukta.

Her felaket sonrasında olumlu bazı gelişmeler de olmuştur dünyada. Ölüler gömülüp yıkıntılar kaldırıldıktan sonra artık ülke eski ülke, dünya eski dünya olmayacak. Bu kesin!

Sonrasında daha iyi bir dünyaya doğru yol alınabilirse boşuna çekilmemiş olur bunca acı. Şimdi bu yeni dünyayı kurma zamanı.