Bakmayın “devletin kalbi” dediklerine! Hayır, düpedüz devletin beyninde patladı bu kez bomba. Başkentte, TBMM’nin, Genelkurmayın, Kuvvet Komutanlıklarının buluştuğu noktada, Türkiye Cumhuriyeti Devletine bugüne kadar ki en güçlü meydan okuma gerçekleşti. 28 kişinin hayatını kaybettiği saldırıda 61 kişi de yaralandı. Devlet, patlamanın ertesi sabahında “saldırının failini” açıkladı ilginç biçimde: Suriye’den gelen bir PYD mensubu! İlginç, çünkü 22 Temmuz’dan bu yana gerçekleşen Suruç, Ankara Garı, Sultanahmet patlamalarının failleri hâlâ karanlıktayken ve devletin istihbaratının bütün bunlar olup biterken ne iş yaptığı açıklanmazken!
Devletin en üst yetkilileri faili PYD olarak ilan etti ama PYD’den yanıt gecikmedi: “Ne şimdi, ne de geçmişte Türkiye’de herhangi bir saldırıya karışmadık!” Ardından ABD Dışişleri Bakanlığı da bunu teyid eden bir açıklama yaptı: “Saldırının faillerine ilişkin herhangi bir bilgi yok!”.
PYD neden yapsın böyle bir saldırıyı? Eğer devletin iddia ettiği gibi PKK ve PYD arasında organik bir bağ varsa, memlekette PKK’li mi kalmadı da PYD’li birini ithal etme gereği duydu örgüt? Nitekim Kandil’den Cemil Bayık da diyor ki “saldırıyı bizim arkadaşlarımız da yapmış olabilir ama henüz bilmiyoruz”…
Kana boğulmuşken, üstüne devletin en yetkili ağızlarının taziye ve kınama mesajlarına boğulduğumuz bu cehennemde tek bir yetkili bile istifa etmedi. Öğreniyoruz ki Ankara Garı patlaması sonrasında Ankara Emniyet Müdürü görevden alınmış sessiz sedasız. Devletin başkentinin emniyeti, 10 Ekim’den bu yana vekaleten sağlanıyor. Bu da ilginç! Çünkü devletin en yetkilileri, Ankara Garı patlamasının ardından gözümüzün içine baka baka “güvenlik zafiyeti yok” demişlerdi. Güvenlik zafiyeti yoktu ise neden Ankara Emniyet Müdürü görevden alındı? Tek sorumlu Ankara Emniyet Müdürü müydü? Bu soruların da yanıtı havada!
Soru sorulmasını istemiyorlar, soruların yanıtları olmadığı için belki… Belki de tam tersine bütün soruların yanıtları tek bir noktada düğümlendiği için… Hiçbir şeyi bilememe halimiz, içinde debelendiğimiz cehennemin en baskın özelliği. Bilmediğimiz bir bataklığa girdik çünkü: Ortadoğu!
Cumhuriyet tarihi boyunca, küresel güçlerin bu en netameli oyun alanından uzak durmayı başarmış Türk dış politikası, şimdi yarı beline kadar gömülmüş durumda Ortadoğu bataklığına. Şimdi elimiz yüzümüz, üstümüz başımız kan. Ortadoğu’dan sıçrayan ve kendi kanımızla karışan bir kanlı bataklıktayız artık. Bu bataklığın toplum katındaki tek meşruiyeti, genlerine işlemiş bölünme korkusu! Bir büyük mutabakat sağladığı anlaşılan eski ve yeni devlet aklı, toplumun bu korkusunu mıncıklayarak yapıyor her ne yapıyorsa: “Burnumuzun dibinde bir Kürt oluşumuna izin verirsek…”
Mezbahaya çevrilen Kürt illerinde “ülkenin birlik ve beraberliği” adına işlenen suçlar, ülke dışına doğru kaydırılıyor hızla. “Suriye iç meselemizdir” diyerek çözemediğimiz bunca meseleye yeni meseleler ekleyen aklın, kendi halkına ve dünyaya meydan okurken şahlandırdığını zannettiği “milli ruh” ülkenin sonunu getiriyor.
“Ülkenin bütünlüğü” adına Kürt illerinde akıl dışı bir vahşet sergilenirken, “eğit-donat” rezaletiyle beslenip semirtilen cihatçılarla komşunun “ülke bütünlüğünün” dinamitlenmesine seyirci kalıyorsa bu toplum, dibe vurmamız gerekiyor demek… Öyleyse dibe vuracağız!
“Ülkenin bütünlüğü” adına kendi topraklarındaki Kürtlere dünyayı dar ederken, yetmeyip komşunun Kürtleriyle kavgaya tutuşmak gibi bir akıl dışılığa ses çıkarmıyorsa bu toplum, demek daha göreceğimiz var…
“Ülkenin bütünlüğü” adına Suudi Arabistan ve Katar’la kolkola Suriye’deki cihatçılara destek verilip, Rusya ile it dalaşına girilirken, IŞİD’e karşı ölüm kalım mücadelesi veren tek seküler yapı olan PYD hedef alınıyorsa, demek daha göreceğimiz var…
Bütün bunlar olurken barış, güçlü bir yaşam refleksine dönüşmüyorsa, toplum bu kanlı mezbahada kendi sırasını bekler hale gelmişse, demek daha göreceğimiz var…
Bunlar iyi günlerimiz!