Büyük Ülküler, Mikro Milliyetçilikler ve Çifte-Enosis (2)

Niyazi Kızılyürek

Devletler ailesi içinde yer alan önemli bir NATO üyesi olan Türkiye her yerde Kıbrıs Sorunu ile karşı karşıya geliyor, kaldırdığı her taşın altından Kıbrıs Sorunu çıkıyordu.

Denktaş’ın böyle bir derdi yoktu. O, dünyayı Ankara ve Girne’den ibaret sayıyordu.

1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği ve diğer reel sosyalist ülkelerin dağılmasıyla birlikte Türkiye “Büyük Devlet” kompleksine kapıldı. Adriyatik’ten Çin’e uzanan Türkçü hayal, ana akım siyasetin merkezine oturdu ve bu süreçte Rauf Denktaş Türklük dünyasının büyük liderlerinden biri olarak lanse edilmeye başlandı.

Bu arada, büyük bir yıkıma uğrayan Kıbrıslı Rumlar, Bağlantısızlar Hareketi’nden ayrılarak yüzlerini Avrupa Birliği’ne çevirdiler. 1990 yılında yapılan üyelik başvurusuna AB’den 1993 yılında olumlu yanıt geldi ve Kıbrıs üyeliğe ehil ülke olarak kabul edildi.

Bölünmüş Kıbrıs Cumhuriyeti adım adım AB üyeliğini yaklaşırken, Türk tarafı Büyük Devlet kibriyle tehditler yağdırıyor, küçük Kıbrıs’ın AB üyesi olamayacağını, Türkiye’nin tepkisinin “sınırsız” olacağını söylüyordu.

Fakat bu Türk’ün Türk’e propagandasına kimse aldırış etmiyordu, çünkü sahada durum bambaşka idi. Türkiye AB’nin kapısını çalıyor ve her çaldığında, Kıbrıs üyeliğe doğru bir adım daha atıyordu. Örneğin 1995 yılında Türkiye AB ile Gümrük Birliği anlaşması imzaladığında, Kıbrıs üyelik müzakerelerine başlamak için tarih aldı. 1999 Helsinki Zirvesi’nde AB üyeliğine aday ülke pozisyonunu elde ettiğinde de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin

Kıbrıs Sorunu çözülmeden AB’ye üye olabileceği karara bağlandı.

Yani, Türkiye ve Denktaş hamasi nutuklar atıp tehditler savururken, küçük Kıbrıs süratle AB üyeliğine doğru yol alıyor, savaş mağduru Kıbrıslı Rumlar giderek özgüven kazanıyorlardı.

Bu arada, uluslararası diplomasi tarafından masaya konulan çözüm önerilerini kah bir taraf, kah diğer taraf reddediyordu.

 

“Diplomatlar mezarlığı”

Adanın adı haklı olarak “diplomatlar mezarlığına” çıkmıştı.

Fakat çözümsüz geçen yıllar içinde Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Cumhuriyeti’ne iyice tutunurken, Kıbrıslı Türkler adanın kuzeyine hapsolmuş, yalnız ve umutsuz bir yaşam sürdürüyorlardı. Dünyayla hiçbir bağları yoktu. Türkiye’ye her gün biraz daha bağımlı hale geliyorlar, geleceğe dair umutlarını yitiriyorlardı. Gençlerin çoğu ülkeyi terk ediyor, onların yerine “başka Türkler” geliyordu. Buna da aldırış eden yoktu...

Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye tam üye olmaya hazırlanırken, Kıbrıslı Türkler nihayet silkinip kendilerine geldiler ve AB trenine atlamak için can havliyle uğraşmaya başladılar.

Bu arada, Türkiye’nin iç siyasetinde büyük değişiklikler yaşanıyordu. AKP, iktidar koltuğuna oturmuş, Kemalist yapıların hışmından korunmak için yüzünü AB’ye dönmüştü.  

Ne var ki, Kemalistler, Turancılar, Avrasyacılar, Derin Devlet ve Denktaş, Kıbrıs’ın AB’ye Katılım Anlaşması imzalanmadan önce masaya konan Annan Planını redettmeyi başardılar ve Kıbrıslı Rumlara uzlaşma ve  çözüm olmadan AB üyesi olma fırsatını “altın tepsi içinde” sundular.


Annan Planı ve ‘atı alan Üsküdar’ı geçti

Türk tarafı 2004 yılında gecikmeyle Annan Planına “evet” dediğinde, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Kıbrıslı Rumlar artık AB üyesiydiler ve büyük bir çoğunlukla Annan Planına “hayır” demeleri bu durumu değiştirmeyecekti.

Bu gelişmeler sonucunda, Kıbrıs Rum toplumunda 1974’ten sonra güçlenmeye başlayan devlet milliyetçiliği doruğa tırmandı. Tarihsel süreç içinde gelişen Büyük Ülkü eksenli Enosis tarihe karışarak, yerini mikro-milliyetçiğe bıraktı. Kıbrıslı Rumlar bundan böyle Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmayı ülkenin yeniden birleşme parspektifinin üstüne koydular ve giderek adanın kuzeyini gözden çıkardılar. Kuzeyin “esir toprakları” sadece törenlerde konuşuluyor, tören milliyetçiliğinin söylemlerinden öteye bir anlam ifade etmiyordu.

Kıbrıslı Rumlar, adanın kuzeyi ile birlikte Kıbrıslı Türkleri de gözden çıkardılar. Zaten hiçbir zaman tam olarak göz önünde olmamışlardı ama şimdi bütünüyle Kıbrıslı Rumların ilgi alanın dışana düşmüşlerdi.

Bu, Kıbrılsı Türklerin statükoya mahkum edilmeleri demekti...

Bu arada, Türkiye de Kıbrıslı Rumlarla benzer bir politikaya kaydı ve statükoyu kalıcılaştırmaktan başka bir anlam taşımayan “İki-Devletli” çözüm fikrine geri döndü.

Statü üretmeyen bir statükoya çakılı kalan Kıbrıslı Türkler özne olma kapasitelerini büyük ölçüde kaybettiler.

 

“Fiili İlhak” ilişkisi

Gerçek şudur ki, Kıbrıslı Türkler hiçbir zaman kendi başına ve kendisi için özne olmamışlardı. Ancak Türkiye’nin yanında ve Kıbrıslı Rumların karşısında duran bir karşı-özne olarak konumlan(dırıl)mışlardı. Kıbrıslı Rumlar denklemden kopunca ve ülkenin yeniden birleşmesi umudunu terk edince/yitirince, Kıbrıslı Türkler “karşı-özne” olma özelliklerini kaybettiler.

İçine yuvarlandıkları bu durumdan çıkmak için son yıllarda özellikle Sol çevreler Kıbrıs Türk mikro-milliyetçiliğine sarılmaya yöneldilerse de, bunun kifayetsiz (iktidarsız) bir milliyetçilik olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Türkiye’nin baskın ve kuşatıcı varlığı Kıbrıs Türk mikro-milliyetçiliğne alan bırakmadı.

Artık adanın kuzeyi Türkiye ile “Fiili İlhak” ilişkisi içindedir.

Öte yandan, adanın güneyinde AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sarılarak tutunan Kıbrıslı Rumlar kendilerini bekleyen Finlandiyalaşma tehlikesi karşısında uzun vadede Yunanistan ile içli-dışlı olmak zorunda kalacaklar.

Belki, ayrı devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığı sona erdirilmeyecektir ama özellikle savunma ve dış politika konularında Yunanistan’a bütünüyle bağımlı hale gelecekler.

Bu da bize, yıllar önce konuşulan Çifte-Enosisin gelecekte fiili bir durum olarak ülkenin “kaderi” olabileceğini gösteriyor.

Yeni jeo-politik rekabet ortamında Batı dünyasının, tıpkı 1960’lı yıllarda olduğu gibi, bundan memnuniyet duyacağına kuşku yoktur.

Yunanistan da öyle... Enosis tarihe karıştıktan sonra Atina’nın içten içe Çifte-Enosis anının gelmesini beklediği bilinen bir gerçektir.

20 Temmuz’da Recep Tayyip Erdoğan ile Kiriakos Mitsotakis’in aynı saatlerde adanın kuzeyi ile güneyinde bulunmaları bunun ilk işareti sayılamaz mı?