Kayıtsızlıktan değil ama malum, Türkiye’nin gündeminden kafa kaldırıp Kıbrıs yazmayalı çok oldu. Sevgili Sami Özuslu’nun dünkü baştan çıkarıcı yazısını okuyunca “eee yeter Türkiye” deyip azıcık Kıbrıs yazmak istedim. Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye büyük ilgisine karşılık Türkiyelilerin Kıbrıslı Türkleri hiç tanımamasından yakınmış Sami ve tek cümleyle oradaki durumu çarpıcı biçimde izah etmiş: “…İşin özeti KKTC coğrafyasında Türkiye’yi yaşıyoruz”.
Kıbrıs’la yakın temasta bir Türkiyeli olarak, Kıbrıslıların burada olup bitenlere çoğu Türkiyeliden daha hassas olduğunu bazen şaşırarak görüyorum. Burada bir yer mi patladı, ekranlara haber düştükten en fazla yarım saat sonra, daha annemin haberi yok, Kıbrıs’tan telefonlar başlıyor: “Abii iyisin?” “Gardaaş? Durumlar?”…
Sosyal ağlarda takipleştiğimiz yüzlerce Kıbrıslı Türk arkadaş aracılığıyla onların gündemini neredeyse saniyesi saniyesine takip ediyorum ve çoğu Türkiyelinin konuşmadığı kadar Türkiye siyaseti ve tabii Türkiye futbolu konuştuklarını görüyorum.
Sevgili Sami “Kıbrıslı Türkler Türkiyelileşme sürecinde çok ileri bir safhaya ulaştılar” derken fazlasıyla haklı.
Dış ticaretteki Kıbrıslı Türkler aleyhine dengesizlik, kültürel anlamda da gösteriyor kendini. Kıbrıslılar sadece mamul mal tüketiminde değil, kültür tüketiminde de Türkiye kaynaklı beslendikleri sürece bu dengesizlik de artarak devam edeceğe benziyor.
Sami’nin haklı olarak yakındığı bu büyük dengesizlik üzerine yıllardır ben de kafa yoruyorum. Türkiyelilerin Kıbrıs’la ilişkisi oldum olası şizoid bir ilişki. Sokakta herhangi birini çevirip sorsanız, Kıbrıs’ı “vatan parçası”, en hafifinden “yavru vatan” olarak tanımlar. Ama öyle tuhaf bir vatan parçasıdır ki bu Kıbrıs; TV de görse kanal değiştirdiği, gazetede görse sayfayı çevirdiği 40 yıllık müzakere haberlerinde kimin kimle neyi konuştuğuna dair en küçük fikri yoktur Türkiye’dekilerin. Hoş, zaten Kıbrıs’la ilgili müzakere haberleri, falanca şarkıcının magazin alemlerinden sıra gelip de öyle sık ve geniş yer bulmaz Türkiye medyasında.
Geçenlerde bir hanım kızımızın “sıkıla sıkıla yazmak zorunda kaldığı”, niyeyse Kıbrıslı Türklerin de “bayıla bayıla paylaştığı” yazıda ifade ettiği kadar “sıkıcı bir mevzudur” Kıbrıs konusu Türkiye medyası için. Durumun ne boyutta olduğunu, “sıkıla sıkıla Kıbrıs yazmanın” bile New York’da patlıcan kızartmasını ilginç bulan hanım kızların ancak konu sıkıntısı çektiğinde el attığı bir mesele haline gelişinden anlayabilirsiniz artık…
Türkiye medyasının kahir ekseriyeti için Kıbrıs, “kanla alındığı içün verilmesi teklif dahi edilemez” bir “vatan parçası” olup, 40 yıldır “abesle iştigal” bir “müzakere sürecine” bulaştırılmıştır. En sağcının bile dişlerinin arasından tıslamak zorunda kaldığı “çözüm” den kasıt; adanın efendice bölünüp, “Rumlara bırakılacak bölüm düşüldükten sonra”, bakiyenin Türkiye’nin uzantısı olarak mutlu mesut yaşamasıdır. “Adil ve kalıcı çözüm” tekerlemesinin tercümesi bundan ibaret olduğundan ve aynı tekerleme 40 yıldır tekerlenip durduğundan, yazan için de, okuyan için de sıkıcı, medya patronu için de gereksiz bir reklam alanı israfıdır Kıbrıs konusu.
Hal böyle olunca, Türkiye’de sokaktaki vatandaşın Kıbrıs’ı ve Kıbrıslı Türkleri tanımamasından, az buçuk tanısa bile kafasının karışmasından daha doğal bir şey olamaz.
Bu değiştirilemez mi? Değiştirilebilir tabii ama sevgili Sami’nin yazısının sonunda iyi niyetle sorumluluk yüklediği “devleti yönetenlerin ve medyanın” Türkiye’de Kıbrıs’ı ve Kıbrıslı Türkleri anlatma çabası ile değil bence… Zira iş onlara kalsa, vizyonu Gençlik Dairesini TC Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlamayı olağan gören, İlahiyat Kolejini geleceğin teminatı gören veya Türkiye’deki OHAL’in gölgesini Kıbrıs’a düşüren zihniyetle korkarım kafalar daha da karışacak. Düşünsenize, Türkiye’nin topraklarından askerini çekmesini isteyen Irak Merkezi Hükümeti’ne “haddini aşma” diyebilen Binali Bey, iki lafın biri “ana vatana bağlılık” yemini edenlere neler etmez? Allah muhafaza, Kıbrıslı Türkleri tanıtalım diye yola çıkılır da tanıtacak Kıbrıslı Türk kalmaz avuç içi kadar ada parçasında…
Lafı çok uzatmadan küçük bir sır vereyim. Türkiyeliler de, tıpkı Kıbrıslı Türkler gibi “kendinden olanları” makbul görmez, ciddiye almaz, hak ettiği değeri ve ilgiyi göstermez. Devenin dikene olan düşkünlüğü gibi bir şeydir bunun açıklaması…
Vatanın ve milletin parçası olarak gördüğü bir topluluğu özel olarak tanımaya çalışma gereği duymaz Türkiye’dekiler. Misal, dünyanın bilmem kaç ülkesinde Kürdoloji Enstitüleri kurulmuş, Kürtler dilleri, kültürleri ile “unique” bir etnik topluluk olarak ilgiye değer görülmüştür ama Türkiye, üstelik “tehdit olarak” kabul ettiği bu Kürtleri incelemeye, anlamaya, tanımaya dönük bir çaba göstermez.
Hadi bu devlet politikası diyelim, Türkiye’de hiç kimse aynı mahalleyi, aynı fabrikayı, aynı okulu paylaştığı Kürtlere kendi dillerinde bir selam verecek kadar Kürtçe öğrenmeye yeltenmez. Sorsan “öyle bir dil yok ki abi?” demiyorlar artık çok şükür ama “yahu bölücünün dilini öğrenip ne yapacağım?” derler. E şimdi sizin de kalkıp “ulan kerata, bölücü dediğin komşuna onun dilinden merhaba demeyi zul sayıyorsun ama, emperyalist deyip sabah akşam küfrettiğin keferenin dilini öğrenmek için mabadını yırtıyorsun” diyecek haliniz yok ya?
Demem o ki, hafta sonları düz dünya para verip, uçaklara atlayıp, Kıbrıslı Türklerin futbol takımlarıyla bir maç yapmaya paçası yemeyen Türkiye takımlarının renklerine bürünerek stadyumları doldurursanız, kim sizi niye merak etsin ki? Bak ne güzel aynı takımları tutup, aynı tezahüratları yapıyorsunuz.
Türkiyeli şarkıcıların vazgeçtim Kıbrıs’taki konserlerini, maşallah İstanbul’daki konser salonlarını doldurup, şarkılarını birlikte söylüyorsunuz. Türkiyeli bir şarkıcı için Girne’de konser vermekle Çorum’da konser vermek arasındaki farkı sorsanız ne kendisi ne siz söyleyebilirken, adam sizin neyinizi merak etsin mesela?
E maşallah artık Katar sermayeli, Türkiye kökenli dijital platformlar aracılığıyla Türkiye televizyonlarındaki tüm dizilerin meftunu olup; “Ömer, kızı ne zaman öpeceğin” gailesine düşmenizden geçtim, “O ses Türkiye” nin Girne’ye tezgah açmasını garipsemeyen, o cânım Kıbrıs ağzından utanırcasına İstanbul Türkçesiyle konuşma derdine düşen de sizsiniz?
Yani kendisiyle aynı dili, aynı biçimde konuşan, aynı şeyleri seven, aynı şeyleri düşünmeye başlayan, kendine ait geleneklerini, göreneklerini, kültürünü korumak için çaba göstermeyen insanların nesini merak edecek Türkiye’dekiler? Merak uyanması için önce “farklılığın” sezilmesi lazım değil mi?
İnsan “kendisine yakın duran” ama “farklı olanı” merak etmez mi?
Her iki “devleti” yönetenlerin de “aynıyız” dediği, her iki “ülkenin” medyasında yazan çizenlerin de “aynıyız” dediği, e iki halktan birinin gönüllü olarak öbürüne benzeşme gayreti gösterdiği bir ilişkide özel olarak “tanımayı” gerektirecek ne kalıyor geriye?
Sakın yanlış anlaşılmasın, Kıbrıslı Türklerle Türkiyelilerin ayrışmasını, birbirlerine yabancılaşmasını önermiyorum. Ama toplumların hele ki böylesi dengesiz, eşitsiz ilişkilerde bu kadar benzeşirken, kendisine bu kadar yabancılaşmasını, giderek kimliğini yitirmesini doğru ve kabul edilebilir bulmuyorum…
Biliyorum çok mazeretimiz var… Hepimizin… Türkiye’dekilerin, Kıbrıs’takilerin… Ama sorunlarımızı hep başkalarına yıka yıka geldik bu günlere. Devleti yönetenler tam da yapmaları gerekeni yapıyorlar. Onlardan ne eksiğini ne fazlasını bekleyebiliriz. Peki ya biz?
Sorunlarımız büyük… Doğru… Ama artık aradığımız her çözümü yöneticilerimizin inisiyatifine terk etmek kolaycılığından sıyrılıp, taşın altına elimizi koymamız gerekmiyor mu?
40 yıl boyunca Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk liderler “çözüm için” bitmek bilmeyen temaslarını sürdürürken Kıbrıslı Türk Derviş ile Kıbrıslı Rum Nikos ne yapıyor? Birbirine kültürel olarak bu kadar yakın ama birbirini anlamaktan, dinlemekten bu kadar uzak Türkiyeli Ali ile Kıbrıslı Mehmet’in; aynı sokakta yaşayan Türk Sinan ile Kürt Baran’ın asimilasyon dışında onurlu ve eşit bir yakınlaşmada alacağı sorumluluk yok mu?
Siyasetin, devletlerin yarattığı kin ve düşmanlığı, birbirini yok etme, yok edemediğini asimile etme alışkanlığını ancak halkların tüm sınırları, barikatları, kurum ve kuralları aşarak kurdukları insani ilişkiler yıkabilir…
En kalın buzlar bile, insan sıcağına dayanamaz…