Herkes DNA uzmanı mı?
Yoksa hepimiz antropolog muyuz?
“Irk tespiti” ve buna bağlı “saldırı kültürü”; dünyanın en iğrenç, en hastalıklı kültürüdür.
Ve ne acıdır ki bu bizde mevcuttur…
-*-*-
Özellikle sanal medyanın da verdiği rahatlıkla, genelde bir birimizin yüzüne söylemekte çok çekindiğimiz “ırkçı kültür şarkılarını”, arkadan sallamayı maharet sayıyoruz!
-*-*-
İnsanların yaşadığı, doğduğu toprakları, vatanını sevmesi; başka ülkelerde doğan ya da yaşayanları veya başka ülkelerde doğmuş olanlardan doğanları “aşağılaması”nı gerektirmez!
Ve en acısı; bu ırkçılığın akademik seviye ile bir bağının da kurulamamış olmasıdır.
Yani “efendi çok tahsillidir” desek bile, bir çok tahsillimiz de ırkçılığın daniskasını yapabilmektedir.
-*-*-
Çocuklarım çok küçüktü…
Şehit Cengiz Topel Anıtı’nı ziyarete götürmüştüm…
Daha maket uçak falan yoktu.
Fotoğraflar vardı…
Cengiz Topel, son derece vahşi katledilmiş ve tabii ki bir şekilde yine ırkçılığın kurbanı olmuştur…
Ancak, şehidin işkence görmüş fotoğrafının sergilenmesinin çocukların sağlığı açısından doğru olmadığını saptamasını yapmıştım.
-*-*-
Aman Tanrım, o zaman sosyal medya da yok ama ne var; bu gibi durumlarda kalemini “silah” gibi kullanan ağabeyler…
Yine her zamanki gibi ne Rumculuğumuz kalmıştı ne de soysuzluğumuz!
-*-*-
Genelde eleştiri veya küfürleri çok fazla takmam.
Zaten küfür görürsem okumam…
Eleştiri yerine de yargısız infaz içeren ve aşağılama çabasıyla yazılmış olanları da es geçerim.
O günlerde bana “Rumcu, hain…” falan gibi saldıranlardan biri; eski bir siyasi, bakan falandı…
Herkes ve kendisi de biliyordu ki, bu büyüğümüzün babası Rum’du…
Olamaz mı?
Aşkın önüne ırkla hatta cinsiyetle bile geçemezsiniz ki!
Geçememişler, doğmuş adam…
Ve herkese “Türklük, Türkçülük” öğretiyor…
Ziyaretine gittim, “efendim, yazdıklarınızı kınıyorum, benim derdim her hangi bir ulusal düşmanlık yapmak değildir, işkence görmüş insan fotoğrafının çocukların sağlığı açısından tehlikeli olduğu yönündeki görüşleri aktardım, o kadar” dedim.
-*-*-
Kahve söyledi, içtik, sohbet ettik…
“İstediler yazdık yahu, abartma” dedi…
-*-*-
“İstediler yazdık” mı?
Meğer, sivil kıyafetli askeri kişiler varmış, bu işlere o zamanlar onlar bakarmış…
Neyse…
-*-*-
Kıbrıs’ta “Bayraktarlık – Sancaktarlık” dönemlerinde, bir Sancağımızın en üst düzey komutanı, herkese “Türkçülük” dersi veriyordu…
Ve annesi, yine herkesin bildiği bir Rum kadındı…
-*-*-
Tv programıma reklam veren çok önemli bir şirkete, bir medya kurumunun yöneticisi gitmiş…
İlgili şirketin yöneticisine demiş ki, “… Serhat İncirli Rumcudur, hatta Rum’dur, niye O’na reklam veriyorsunuz?”
Kadın oradan ayrılır ayrılmaz, ilgili şirketten aradılar, “size reklam vermek istiyoruz” dediler…
Kadının annesinin baba tarafı ve öz babası, Arap’tı…
-*-*-
Haaaa benim derdim yok; kimsenin soyuyla, sopuyla ilgilenmiyorum…
Ama, yüzde 75 Filistinli bir kardeşimin bana Türkçülük öğretmesine de gülerim…
-*-*-
Londra’da voleybol oynuyoruz…
Çok sevdiğimiz bir ağabeyimiz, KKTC’den forma getirtmiş…
Üzerinde “KKTC Bayrağı” var…
Rakip bir üniversite takımı…
Takım listesine baktığını zaman, kadrodaki neredeyse tüm oyuncular “Yunanistan’dan”…
“Bayraklı formayla çıkarsak, bunlar kafamıza kafamıza vuracak” diyorum…
Ağabey beni “Türk düşmanı” diye eleştiriyor…
Ama annesi Yunan…
-*-*-
Diyorum ki ağabeye, “… Abi, annem Teralı, babam Yeşilırmaklı… İkisi de üzülmesin diye sorduklarında en azından Gaziverenli olduğumu söylerim” dedim…
“Anladım, anladım ama böyle yapmak lazım” dedi…
-*-*-
Biri “emirleri yerine getiriyoruz” diyor, öteki, “öyle yapmak lazım”…
-*-*-
Ne gereği var ki!
-*-*-
Şimdi de bazı sanal mesajlara bakıyorum…
Yüzde 95, “gizli isimli mesaj”…
Hani troll dediklerimizden…
Sallamıyorum…
Ama yüzde 5 çok ilginç…
İçlerinde Laz var, Arap var…
En milliyetçi partimizin en milliyetçi parti ağası bir başka ağabeyimiz var, O da Türkçülük başöğretmeni; babası Arap…
-*-*-
Gerçekten gerek yok buna…
DNA uzmanı mısınız siz; öksürükten ırk saptama gibi bir uzmanlığınız mı var?
Yoksa, en kötüsü; “aşağılık kompleksi” mi?
İlla ki “milliyetçiliğinizi” ispatlamak zorunda değilsiniz!
İnsan olun canlarım benim…
İyi insan, iyi vatandaş olun…
Bir Kıbrıs masalı: Aldin vre aldin!
Nenem “mesel” derdi…
Ama doğrusu “masal” tabii ki…
Hani “asla birlikte yaşayamayız” dedikleri Rum toplumu ile karşılıklı olarak mevzilerde bulunmamış olan “uydurukçuların” uydurmasıdır bu!
Çünkü her toplum, her ulus, her halk, her gavaoloz; yeter ki cahil bırakılmasın, yeter ki sömürgeleştirilmesin; her toplumla birlikte yaşar ve son derece de mutlu olur…
Yeter ki üretsin tabii ki!
Tıpkı belki de Eski İzmir veya Eski Kıbrıs gibi…
-*-*-
Dün yazdığımız “Gâvur İzmir ve Gâvur Kıbrıs” başlıklı yazı çok ilgi gördü…
Çok ilgi gördüğünü nereden anlarım?
Elbette aldığım övgülerden değil, sövgülerden!
-*-*-
Ve dün Saklı İzmir Masalları adlı kitaptan bahsetmişken, sevgili Mert Atakan’ın geçenlerde muhteşem bir fırın kebabı buluşmasında anlattığı “bir Kıbrıs Masalı” aklıma geldi…
“Bunca gerginliğin, bunca negatif siyasi krizin ve bunca cehalet kokan Kıbrıs müzakere sürecinin” içerisinde, “ne güzel bir masal” diyerek gülümseyeceğinizden emin olduğum bir masal…
Haydi birlikte okuyalım:
-*-*-
Efendim, Kıbrıs’taki savaş yılları veya savaş günleri…
Lefkoşa’da tek tük bulunan Türk bölgesindeki apartmanlardan birinin üzeri mevziye çevrilmiş…
Karşı tarafta da en fazla 10, bilemediniz 15 metre uzakta Rum mevzisi…
Türk mevzisinden sorumlu takım ya da bölük komutanı; altıncı katın üzerindeki mevziye bir “Kıbrıs Belosu” cinsi köpek getirmiş…
Orada iki mücahit sürekli nöbette…
Yedi gün 24 saat mücahitler nöbet tutuyor…
Köpek de onlarla kalacak…
-*-*-
Bir köşeye bağlamışlar köpeği ama nasıl bir köpek; hiç susmuyor; “hav hav hav, hav hav hav, hav hav hav”…
On dakika bile sustuğu yok!
E bizimkilerin uykusu kalmamış…
Hiç uyuyamıyorlar…
Ne bir mevzide, ne öteki!
-*-*-
Uykusuzluktan ölmemek için, bir plan düşünmüşler, köpeği öldürecekler!
Öyle “hayvan hakları” ya da “vay gulicik” gibi dertleri de yok kaygıları da!
Zaten sokak köpeklerinin itlaf ekiplerince vurulduğu günlerden söz ediyoruz…
Neyse, iki mücahitten biri ötekine demiş ki, “gardaş, bunu kakdıracayık apartmandan aşağıya, düştü öldü deyceyik”
Öteki demiş ki, “yörü be hayvan işine, komutan geberdir bizi bakamadık köpeğe diye…”
-*-*-
Ve birlikte ortak bir karara varmışlar:
“… Köpeği apartmandan atacaklar, ölüsünü saklayacaklar, komutana da ‘sen aldın komutanım, ma unuttun?” diye soru bile soracaklar!
-*-*-
Plan işliyor, zavallı ama susmak bilmeyen köpek bir şekilde apartmandan aşağıya güm diye bırakılıyor, haliyle oracıkta ölüyor, hemen kaybediliyor…”
-*-*-
O akşam müthiş bir sessizlik, nöbet unutuluyor ve rahat bir uyku çekiliyor…
Üç gün sonra komutan geliyor, bir bağırma bir çağırma, “n’abdınız be hayvanlar benim köpeği?”…
Bizimkiler hazırlıklı, “Komutanım, sen aldın köpeği” diyorlar…
Komutan “be ama delisiniz nesiniz, ne zaman aldım ben köpeği?”…
Bizimkiler, “komutan, geçen gün geldin aldın ya… Unuttun her halde...”
İkisi de ısrarlı…
“Sen aldın komutanım, sen aldın komutanım”…
-*-*-
Komutan, iki eli başında damda dolaşırken, karşı mevziden bir ses duyuluyor, “aldin vre aldin!”
Kıbrıs’ı sevmek nedir? Kıbrıs’ı sevmek, ovasına, dağına, bağına tutkun olmaktır… Ve her gizli köşesine, her monobadisine çöp atmamaktır… Kendimizi sorgulamamız lazım; bu ülkeyi gerçekten seviyor muyuz, yoksa içine etmekten hoşlanıyor muyuz? Dağa yürüyüş yapmaya çıkıyorsunuz, hafiften yağmur yağmış ve arkasından da güneş çıkmış; nefis bir manzara ama aniden önünüze çıkan bu ve benzeri görüntüler… Ne yazık ki, KKTC’yi kurdunuz da, kimseye vatan yapamadınız… Bilmem farkında mısınız? Kimse, vatanına bu kötülüğü yapmaz… Ama “vatan” dediğin, “sahtelikse” ve herkes de bunu biliyorsa, tabii ki içine edecektir. (Fotoğraf: Şüküfe Hansel)