Münevver Özgür Özersay
Bu sabah, banyoyu moplarken yerde bir çakıl taşı buldum. Minicik, yassı, pürüzsüz bir taştı. Gri. Ortasında da çok belirgin bembeyaz bir çizgi vardı. Belli ki birinin mayosuna takılıp (büyük bir ihtimalle ya benim ya da arkadaşım Esra’nın) bizimle beraber ta eve kadar gelmişti. Onu aldım, önce cebime sonra da küçük çantamın iç cebine koydum...
Bir zamanların Çekoslovakya’sında öğrenci iken, fakültedeki arkadaşlarımın nehir veya göl kenarlarından çakıl taşı toplamaları ilgimi çekerdi. Hatta bazıları hediye olarak onlara Kıbrıs’tan çakıl taşı getirmemi rica ederlerdi. Yine onlardan, bazı kültürlerde çakıl taşlarının yeni bir eve taşınanlara hediye olarak verildiğini de duymuştum. Çakıl taşı bu kişilere yapacakları yeni yolculukları ve ileride, hayatlarına dönüp baktıklarında nasıl da birçok şey başardıklarını görebilecekleri bir nesneyi temsilen verilirmiş diye bahsederlerdi...
Prag’dan ayrılmaya karar verip de Kıbrıs’a temelli dönüş yaptığım dönemde adeta takıntılı bir şekilde suluboya olarak çakıl taşları resimleri yapmaya başlamıştım. Bu takıntım bir süre devam etmişti. Sonrasında uzun bir süre boyunca ben çakıl taşlarını unuttum, çakıl taşları da beni. Ta ki, Mayıs 2019’da resim dersi kapsamında Pissuri’ye gidelim ve hocamız Nicholas Panayi bize ödev olarak sahilde kendimizle kalarak yürüyüş yapmamızı ve beğendiğimiz çakıl taşlarını toplamamızı söylesin. Hatırlıyorum. Hepsi o kadar güzeldi ki, hangilerini neye göre seçeceğimi ve toplayarak yanımda götüreceğimi bilememiştim. Yine de bir şapka dolusu çakıl taşını kucaklayarak, suluboyalarımın yanına dizmek üzere kalacağım odaya taşımıştım.
Son günlerde, ilginç bir şekilde çakıl taşları ile sohbetim yeniden başladı. Niye yeniden dikkatimi çekmeye karar verdiler hiçbir fikrim yok. Ama bunun üzerinde biraz düşündüm. Düşündüklerimi kısaca paylaşıyorum.
Duygu. Duygu her zaman rehberdir. Çakıl taşları da bende her zaman değişik bir kabulleniş duygusu uyandırırlar. Sahilde kumlarda, kıyıya en yakın yerde, “eşik” denebilecek o çizgide; denizin başladığı yerde oturduğum ve hareketsiz kalmaya çalışarak üzerime gelen dalgaların gidip gelişlerini gözlemlediğim anlar gelir aklıma. Her defasında ayni şeyi düşünürüm: Bir çakıl taşı gibi var olmak ve hareketli dalgaların etkisine veya momentumuna direnerek sabit kalmak neredeyse imkansızdır. Bu gerçeği kabullenmeli ve ona teslim olmalısınız. İlla ki ya hareket eder ya sallanır ya yer değiştirir ya da değişir, dönüşürsünüz. Ruhsal olarak büyürsünüz. Pürüzlü ve keskin köşeleriniz yumuşar... Doğadaki her şey gibi bir taş da olsanız değerli bir hazine gibisinizdir... Ama yine de bir hazine de olsanız olduğunuz gibi kalamazsınız. Yenilenirsiniz... Siz nasıl ki sulara teslim olmak durumundasınız, sizden kopup ayrılması gereken parçacıkları da akan sulara veya gidip gelen dalgalara teslim etmeyi bilmeli, bu parçaların gitmelerine izin vermelisiniz... Her defasında temiz bir sayfa açmalı, yeni bir başlangıç yapmalısınız...
Bu da aslında aynen Newton’un dediği gibi sevindirici veya heyecan verici bir şey değil mi?
“Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum.” Isaac Newton
(Görseller bir yıl kadar önce Gaziveren'de kendi çektiğim fotoğraflardır.)
(Münevver Özgür Özersay’ın 31 Temmuz 2022 tarihli sosyal medya paylaşımından alınmıştır...)
“Bir itfaiye kitapçığının hatırlattıkları...”
Serena Ölmezoğlu Çizmecigil
“Dün oğlumun sınıfı karşılaşabilecekleri farklı yangın olaylarında hayatta kalmak için ne yapmaları gerektiği konusunda itfaiye merkezinde yarım günlük eğitim aldılar. Yangın söndürme tüpü kullanmaktan, yangın durumunda dışarı çıkabilmek için neler yapmaları gerektiğine, evlerdeki yangın dedektörlerini nasıl test edeceklerine kadar birçok şeyi pratik ettiler.
Bu çok önemli günün sonunda eve bir kitapçık ile geldiler. Ali ve Ani’nin yangınla başetme hikayesi... Kanada’da bir itfaiye kitapçığında “Ali” ve “Ani” isimlerini görmek beni hayli şaşırttı. (Bilmeyenler için paylaşayım, Ani bir Ermeni ismidir. Hani Türkiye’de Ani Harabeleri vardır, oradan gelir... Ali de malum Müslüman dünyasında çokça karşılaşılan bir erkek ismidir.)
Ben ki 1980’lerde Adile Naşit’in “Uykudan Önce” programında Ali’ler, Ayşe’ler, Fatma’lar, Mehmet’ler sıralanırken hep kendi adımın da programda geçmesini yıllarca beklemiştim. O zamanlar Türkiye’yi kendi küçük dünyam kadar renkli ve çok kültürlü sanıyordum.
Neyse, hikayeye geleyim... Hikayede Ali, itfaiyede yangın eğitimi alan bir çocuk, okul sonrası evde anneannesi ve dedesi ile zaman geçiriyor. O sırada mutfakta küçük bir yangın çıkıyor ve Ali ev halkına hemen 911’i aramaları gerektiğini söylerken anneannesi “Biz İngilizce bilmiyoruz, nasıl konuşacağız onlarla, önce anneni arayalım” diyor. Buna karşılık Ali, Kanada’da herkesin İngilizce bilmediğini ama 911’in her dilde destek verebildiğini söylüyor. Anneanne itfaiyeyi arıyor ve mutlu son...
Çocuklar hikayenin sonunda bana hala itfaiye merkezinde yaşadıkları deneyimleri heyecanla anlatırken, ben çoktan Ali ve Ani’nin hikayesine dalıp gitmiştim.
Küçüklüğümde Adile Naşit’in adımı asla söylemediği için içimde kalan burukluğu, çocuklarımın hissetmesi mümkün değildi. Zaten bu burukluğun ne olduğunu hiç bilmeden büyümeleri için geldik buralara. Belli ki ihtiyacımız olan tek şey, kucaklayıcı bir ülkede sarıp sarmalanmakmış.
Bu yazının sonuna Kanada’nın kendi gündeminden de bir iki haber ekleyeyim. Kanada’nın NDP partisi başkanı Jagmeet Singh, Hint kökenli bir milletvekili ve türban takıyor. Dün Montreal’de bir pazarı gezerken kendisine yaklaşan bir vatandaş Singh’e yaklaşıp, “Kafandaki türbanı çıkarsaydın daha fazla Kanadalı gibi görünürdün” diyor. Singh ise soğukkanlı bir şekilde, “Bence Kanadalı olmak her çeşit millet gibi görünmektir” cevabını veriyor. Hızını alamayan vatandaş, “Roma’da insanlar, Romalı gibi görünmek için onların kültürüne uygun giyinirler” diyor. Singh ise “Evet ama burası Kanada ve burada herkes istediğini yapabilir” deyip uzaklaşıyor. Böyle sakin kalıp böyle güzel bir nokta atışı yapmak ne güzel değil mi? Hele dünya politikası giderek sertleşiyorken...
Gelelim 30 Eylül’de kutlanan “Orange Shirt Day” ve Kanada’nın karanlık geçmişine. Kolonizasyonun etkisiyle Kızılderililer’e yapılan asimilasyon ve ayırımcılık Residential School’larda 25 yıl öncesine kadar devam etmiş ve bu okullarda birçok çocuk ailelerinden ve kendi dillerinden koparılıp İngiliz eğitimi almaya zorlanmış. Hatta binlerce çocuk, travma nedeniyle yaşamını yitirmiş. 2013 yılından beridir her yıl 30 Eylül’de okullar, sivil toplum kuruluşları, devlet kurumları (başbakan dahil) Orange Shirt Day vasıtası ile Kızılderililer’den hem özür diliyor, hem de geçmişleri ile bir hesaplaşma yaşıyor. İnsanlık tarihi karanlık ve hatalarla dolu ama hatalardan ders alıp yaşamı güzellikler üzerine kurgulamak ve tüm vatandaşlarını kucaklayan çok renkli bir ülke inşa etmek de mümkün...”
https://leylekhavada.wordpress.com/2019/10/03/cok-kulturlu-yasam/