Ali Şahin
(Bağımsızlık Yolu Üyesi)
Adamızın kuzeyinde emek hareketi, çok dile getirilmese de uzunca bir süredir krizdedir. Çalışan kesimlerin örgütlülük oranı günden güne azalırken, örgütlü kesimlerin fiili mücadelesi ise sürekli bir düşüş sergiliyor. Özel sektör çalışanlarının iş koşulları tamamen patronun “insafına” kalmış bir halde. Düşük maaşlar, geç ödenme, düzensiz çalışma saatleri, yatırım eksiklikleri, angarya çalıştırılma, keyfi işten durdurulma... vb. Bunlar özel sektör çalışanlarının büyük bir bölümünün sürekli yaşadığı problemler.
Fakat bu koşullara rağmen özel sektör çalışanları arasında bu problemlere karşı mücadele etmek bir yana, bunları dile getirecek bir örgütlülük dahi mevcut değildir. Birkaç istisnai örnek dışında, sendikal örgütlülük kamu kurumlarına sıkışmış durumda. Öte yandan geçmiş dönemlere kıyasla, kamu emekçilerinin çalışan nüfus içindeki oranı giderek azalırken, buna bağlı olarak kamuda örgütlü sendikaların en meşru talepleri bile halkın çoğunluğu tarafından sahiplenilmiyor. Zaten geçici, sözleşmeli, hizmet alımı gibi ayrıştırılan kamu emekçileri, yakın geçmişte yürürlüğe giren sözde “Sosyal Güvenlik Yasası” ve “Göç Yasası” gibi yasalarla ve yenileri hazırlanmak istenen benzerleriyle farklı statülere bölünüyor. Bu da, hali hazırda örgütlü olarak çalışan tek kesim olan kamu emekçilerinin birliğini sekteye uğratıyor.
Tüm bunlara ek olarak egemenler, Kıbrıslı Türk halkını üretimden koparmalarının sonucu olarak kendi yarattıkları “memur” düzeni üzerinden çalışanlar arasında “memur – özel sektör” ayrılığını körüklüyor ve en genel anlamda çalışan kesimlerin ortak mücadele kanallarını kapatıyorlar. Bu olumsuz durum çalışma koşullarının kötülüğünden ötürü çoğunlukla özel sektör çalışanlarından kamu çalışanlarına doğru yaşanıyor. Kamudaki yozlaşma bilhassa hükümetler tarafından sözde sorun çözmek gerekçesiyle dillendirilse de, esas olarak emekçilerin öfkesini sermaye yerine birbirine yönlendirmesi amacıyla ortaya atılıyor.
Kayıt dışı çalışma biçimi ile yine sermaye lehine bir durum yürürlükte. Zaman aralığı farklı olmakla beraber, geçici sürelerde adanın kuzeyine çalışmak için gelen çeşitli ülkelerden göçmen emekçiler, özellikle fizik gücüne dayalı işlerde en ağır şartlarda sosyal yatırımları yapılmadan çalıştırılıyor. Ve bu işçiler, Kıbrıslı Türk emekçilerin insanca yaşayabilecek bir maaş, sigorta, ihtiyat sandığı yatırımı gibi hak taleplerine karşı sermaye tarafından koz olarak kullanılıyorlar. Böylece emekçilerde oluşan haklı öfke, sınıf temelinde sermayeye yönelmek yerine coğrafi köken temelinde yine birbirlerine dönüyor. Bu da göçmen ve Kıbrıslı Türk emekçiler arasında yapay bir ayrım yaratıyor.
Bu duruma nasıl gelindi?
Bizi bu duruma getiren süreci iki genel başlık altında değerlendirebiliriz: 1) Egemenlerin Kıbrıslı Türk emek hareketine yönelik politikaları. 2)Kıbrıslı Türk emek hareketinin egemenlerce uygulanan politikalara karşı mücadele biçimleri. Ancak bu iki kesimin karşılıklı ilişkisi yani mücadelesi mekanik bir şekilde ele alınamaz. Egemenler ve emek hareketi arasında süreklilik arz eden bu mücadele, iki tarafın ortaya koydukları tavırlarla sürekli birbirlerini etkileyen ve belirleyen bir seyirde yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor.
Egemenlerin emek hareketine karşı saldırıları
Kıbrıs’ta uzun yıllar süren toplumlararası çatışma ortamının ardından 1974 sonrası adanın kuzeyine yerleştirilen Kıbrıslı Türk halkı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kalan küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarının Sanayi Holding adı altında birleştirilmesiyle, ada için yoğun sayılabilecek bir üretim faaliyetine kavuştu. Bunlar, her ne kadar uluslararası hukukun dışında kalsa da, Kıbrıs mührünü kullanarak ürettiğini ihraç edebilen ve aynı zamanda yerel pazar ihtiyaçlarının da önemli bir kısmını karşılayabilen bir dizi üretim faaliyetiydiler.
Kıbrıslı Türklerin 1974 sonrası para birimi olarak Türk Lirası kullanmaya mecbur bırakılması bu yöndeki etkili adımların ilkiydi. Bunu takiben, kısa bir sürenin ardından Sanayi Holding’e ait onlarca fabrika 90’lı yılların ortasına kadar süren bir süreçte tek tek kapatıldı ya da peşkeş çekildi. Dönemin TC Başbakanı Turgut Özal adadaki üretimin durdurulmasını bir meziyetmiş gibi anlatırken Türkiye’nin Kıbrıslı Türkleri rahatça “besleyeceğini” müjdeliyordu. Bu icraatlar, ekonomiye katkısı tartışılamaz olan kurumların bilinçli bir şekilde zarar ettirilmesi ve kapatılmasıydı. Bu henüz emekleme aşamasında olan Kıbrıslı Türk işçi sınıfı için çok büyük bir darbe oldu.
Öte yandan TC hükümetlerince dayatılmaya başlanan ekonomik paketlerle Kıbrıslı Türk halkı “memur” olmaya sevk ediliyor, yani iç ve dış ekonomik pazarlara yönelik mal üretim sürecinden koparılıyordu. Böylece Kıbrıslı Türk halkı hem devlet kurumlarında hem de özel sektörde ağırlıkla hizmet sektörüne sıkıştı. Para birimi olarak TC Devleti’ne bağımlı olan Kıbrıslı Türk halkı, bu şekilde yerel pazarın ihtiyaçlarını karşılamak için de TC’ye bağımlı hale geldi. Üretimin hemen hemen sıfırlandığı ve ağırlıkla ithalat üzerinden dönen bir ekonominin egemen olduğu Kıbrıs’ın kuzeyinde, iş yerleri az sayıda kişinin çalıştığı küçük işletmeler niteliğine büründü.
Kamu kurumları ve bir kaç istisnai özel işletme dışındaki birçok işyerinin çalışan sayısı üç haneli rakamlara dahi ulaşamıyor. Bu durum, özellikle özel sektörde çalışanlar açısından klasik bir “patron ve çalışan” ilişkisi yerine “ekmek yediren usta ve ona sadık olması gereken çalışanı” gibi bir algı yaratıyor. Çalışan sayısının görece daha fazla olduğu iş yerlerinde ise örgütlenip hak aramak “uç” bir seçenek olarak görülerek hesaba katılamıyor. Böylece Kıbrıslı Türk emekçilerin bölünmüş ve dağınık hale gelerek beraber hareket etme olasılığına büyük bir darbe vuruldu ve vurulmaya da devam edilmektedir.
Egemenlerin bilinçli politikalarla yarattığı bu koşullar emekçilere karşı bir argüman olarak da kullanılıyor. Yaratılan “memur” düzeni üzerinden çalışanlar arasında “memur – özel sektör” ayrılığı körükleniyor ve en genel anlamda çalışan kesimler birbirini düşman gibi görüyor. Özel sektör çalışanları kamu çalışanlarını, “Göç Yasası” sonrası çalışma yaşamına giren kamu çalışanları daha eski kamu çalışanlarını, Türkiye (TC) kökenli emekçiler kökeni Kıbrıslı olan emekçileri, vatandaş olmayanlar veya üçüncü ülkelerden gelenler TC kökenli olup vatandaş olanları, işsiz olanlar işi olanları ve benzeri çalışan gruplar birbirlerini rakip ve düşman olarak görüyor. Bu şekilde emekçiler haklı öfkelerini egemenler yerine birbirlerine yöneltiyor ve egemenler emek düşmanı politikalarını karşılarında çok güçlü bir karşı çıkış bulamadan rahatça icraata geçiriyorlar.
Egemenlerin saldırıları karşısında emek hareketi
Kıbrıslı Türk emek hareketi özellikle sendikal anlamda köklü bir geleneğe sahiptir. 40’lı ve 50’li yıllarda etnik çatışmaların başladığı 50’lerin sonlarına kadar, özellikle madencilik sektöründe Kıbrıslı Elenlerle birlikte ortak örgütlerde mücadele etmiş bir militan gelenekten söz edilebilir. Kıbrıslı Türk sendikal hareketi, etnik çatışmalarla örgütlülüğün büyük oranda sekteye uğradığı süreçte ise 60’lı yılların ikinci yarısında öğretmen hareketiyle bir atılım gerçekleştiriliyordu.
1974’ün ardından, Sanayi Holding’in kurulduğu koşullarda işçi sendikalarının ağırlık kazandığı bununla birlikte örgütlülüğün hemen hemen her alanında tavan yaptığı bir döneme girildi. Fakat bu durum TC’nin adanın kuzeyinde oluşturmak istediği yapı için sakıncalıydı. Üretmeden tüketmek için yok edilen ekonomi, bir döneme özgü bir şekilde şişirildi. TC’den kktc’ye para akışı giderek artan bir süreklilik kazandı. Ve bir geçiş dönemi olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan üretimden bağımsız nispi bir refah yaratıldı.
Üretimden koparılma politikaları ile fabrikalar kapandıkça işçi sendikaları bir daralma içine girerken, kamu emekçileri sendikaları bu ara döneme özgü bir büyüme yaşadı. Bu büyüme ile beraber emek hareketinin sendikal ekseni kamu çalışanlarına kaydı ve yaygınlaşan biçimiyle rakam olarak az sayıda kişinin çalıştığı özel sektördeki işyerleri sendikal gündemden koptu. Bu kopuş, Ankara hükümetleri ve yerli işbirlikçilerinin adanın kuzeyindeki demografik yapıyı değiştirmek için yürürlüğe koyduğu “kimlikle giriş” uygulaması ile daha da derinleşti. Uzunca bir süre sadece Türkiye’den gelen, şimdilerde ise Vietnamlıları, Pakistanlıları vb ülkelerden gelen göçmenleri de içine alan geniş bir işçi kitlesi özel sektörün en ağır işlerde kullandığı ucuz iş gücü kitlesini oluşturuyor.
Kıbrıs’taki mevcut politik durum yüzünden bu işçi kitlesiyle Kıbrıslı Türk emek hareketi arasında, emekçilerin bilinçli bir şekilde yaratmadığı fakat kimsenin de yıkmak için çaba harcamadığı kocaman bir duvar var. Teorik olarak özel sektörde sendikalaşmanın gerekliliğini savunmasına rağmen gündelik yaşamda bu yönde bir pratik yaratamayan sendikalar, örgütlenme ufkunu mevcut yasa ve alışılagelmiş çalışan profilleri ile sınırlandırdı. Güvencesizliğin bu kadar yaygın olduğu özel sektörde ise emekçilerin kendiliğinden bir örgütlenme sürecine girmesi çok zor. Sendikalar ise mevcut mücadele biçimleriyle duruma müdahil olamıyor.
Emekten yana olan örgütler için acı diye niteleyebileceğimiz durum özet olarak şöyle; en zor koşullara sahip olan özel sektör çalışanlarının sendikalarla hiçbir teması, doğası gereği emekçilerin hakları için mücadele eden sendikaların da özel sektör çalışanlarını örgütlemek gibi çabası yok. Diğer bir deyişle, toplumun maaş ve hak anlamında en yoksulları ve en yoksunları ile sendikaların hiç bir bağı yok. Hal böyle olunca sendikaların en meşru talepleri bile özel sektör çalışanlarınca meşru görülmüyor. Öte yandan, sendikaların ve emekten yana örgütlerin büyük direnişlerine rağmen işbirlikçi hükümetlerce yürürlüğe sokulan Göç Yasası ve Sosyal Güven(siz)lik Yasası gibi yasalarla kamu emekçileri arasında dahi farklı haklara sahip çalışan profilleri yaratıldı. Dolayısıyla farklı pozisyonları gereği farklı talepleri olan kamu emekçileri arasında dahi bir sendikal meşruluk krizi doğuyor.
Sendikalı çalışanlar bile fiili mücadeleden uzak dururken, sendikalar ise sayısı çalışan nüfusun oranına kıyasla gittikçe azalan kamu emekçilerini yılbaşında dağıttıkları hediyelerle, indirim anlaşması imzaladığı otel ve hastanelerle kendilerine bağlamaya çalışıyor. Bir başka deyişle, günü kurtarmaya çalışıyor.
Kısacası, sendikaların çalışanlar arasında yaşadığı meşruluk krizi günden güne derinleşirken, emek ve sermaye arasındaki mücadelede emeğin eli sürekli zayıflıyor. İşyeri ve işkolu sendikal anlayışının sürekli daraldığı koşullarda çalışan kitlelerin çoğunluğunu kapsayabilecek meşru talep ve mücadele biçimleri gelişmedikçe de bu kriz sürecek gibi.
Bu krizi nasıl aşabiliriz?
Hiç bir sorunun evrensel, yani her duruma uygun bir çözümü yoktur. Her sorun onu yaratan koşullar içerisinde incelenmeli ve çözümü de yine bu koşullara göre aranmalıdır. Buraya kadar Kıbrıslı Türk emek hareketini ve yaşadığı sorunları incelerken izlediğimiz yöntemi çözümü için de kullanacağız. Şabloncu bir mücadele anlayışı yerine mevcut koşullardan nasıl çıkabileceğimizi tartışacağız. Yani genel sol söylemlerle çalışan kitlelerin gündelik yaşamına dokunamayan soyut tartışmalar yerine onları somut talepler üzerinden birleştirebilecek mücadele biçimleri yaratmalıyız.
Bağımsızlık Yolu olarak süregelen durum, yani düzen değişmedikçe özel sektör çalışanlarının kendiliğinden örgütlenmesinin neredeyse imkansız olduğu tespitinden hareketle; “10 Kişiden Fazla Çalışanı Olan Patron ve Hisse Sahiplerinin Sendikasız Emekçi Çalıştırması Yasaklansın” talebi üzerinden şekillenecek bir sendikalaşma mücadelesinin günün sorunlarına cevap verebileceğini düşünüyoruz.
Böyle bir talebi tartışmaya başlamadan önce şunu açıkça ifade etmeliyiz ki; hiç bir yasal düzenleme, hakları için mücadele eden bir kitle olmadan hak gasplarını önlemek anlamında yeterli değildir. Bu, özellikle içinde bulunduğumuz neo-liberal dönem için geçerlidir. Dolayısıyla çalışanların haklarını savunan yasalarınnın garantisi, hakları için mücadele eden kitlelerdir. Bu anlamda emek hareketinin krizine bir çözüm olarak önerdiğimiz yasa talebi, bu talebi yükseltecek olan emekçilerin mücadelesiyle bir anlam taşıyacaktır. Bunu belirttikten sonra, neden böyle bir talebin emek mücadelesine ivme katabilecek potansiyele sahip olduğunu açıklayalım.
Yazının önceki bölümlerinde ayrıntılı biçimde açıklandığı gibi, farklı farklı statülerde çalışan kesimlerin birlikte hareket edecek bir birlikteliğe sahip olamaması emek cephesinin elini zayıf kılıyor. Çalışan kitlelerin birlikte mobilize olamamasının sebebi ise geniş emekçi kesimlerin beraber dillendirebileceği taleplerden yoksun olması. Özellikle özel sektör çalışanları bu durumun en büyük mağdurudurlar. Soyut bir düzlemde “tüm emekçiler birleşin” gibi slogandan öteye gitmeyen söylemler pratik anlamda emekçiler arasında hiçbir karşılık bulamıyor. Fakat çalışanların hayatlarına daha somut bir hedefle dokunmaya çabalamak bambaşka bir etki yaratacaktır. İşte, “10 Kişiden Fazla Çalışanı Olan Patron ve Hisse Sahiplerinin Sendikasız Emekçi Çalıştırması Yasaklansın” talebi bu anlamda gayet somut bir taleptir. İsteyenin istediği sendikaya üye olabileceği, isteyenin sendika kurabileceği bir yasa.
Bu yasa talebi sayesinde, özel sektördeki işleri ve güvenceleri patronun iki dudağı arasında olan emekçiler, doğrudan patronları ile karşı karşıya gelmek zorunda kalmayacaklardır. Böylece ellerinin çok zayıf olacağı bir mücadeleye büyük risklerle girmek yerine, genel anlamda özel sektörde sendikalaşma talebini hükümete karşı dile getirerek, bu riskten -elbette tamamen olmasa da- büyük oranda uzak durma şansına sahip olacaklardır.
Öte yandan bu yasa talebi, özel sektör ve kamu çalışanlarının uzun bir zaman sonra ortak dillendirebileceği yegane taleplerden biridir. Bu açıdan da sendikasız çalıştırılmama talebi, özel sektör-kamu çalışanı, vatandaş-göçmen vb. kimlikler üzerinden bölünmüş olan emekçi kitleleri birleştirebilecek potansiyele sahiptir.
Peki, böyle bir yasa geçse bile, patronlar kendi çıkarlarına olan koşulları yine de sağlayamazlar mı? Evet sağlayabilirler. Sarı sendikalar kurdurup çalışanların bu tarz sendikalara üye olmaya zorlayamazlar mı? Evet yapabilirler. Fakat mevcut durumda, asgari bir örgütlülük yaratmak dahi çok önemli bir kazanım olacaktır. Ve çalışanların özgürce sendikasını seçebilme mücadelesi, artık örgütlü bir şekilde verilebilecektir.
Bu yasa talebi çalışan kesimler tarafından güçlü bir şekilde sahiplenilse bile, hükümetlerin böyle bir yasayı kolay kolay kabul etmeyeceği açık. Fakat bu mücadelenin ilk etapta, özellikle özel sektör çalışanları arasında bir farkındalık yaratması, konunun kamuoyunda tartışılır hale gelmesi, çok açık olmasına rağmen hiç sözü edilmeyen bir sorunun emekçiler için somut bir gündem haline gelmesi çok önemli.
Emekçilerin lehine, sermayenin aleyhine olacak böylesi bir talep, sermayenin ve hükümetlerin kendi çıkarlarına ve pozisyonlarına göre kullanmak istedikleri "hukuk" engeli ile de karşılaşacaktır. "Özgürlükler çağı"nda, zorunlu sendikalaşmanın insan hak ve özgürlükleri ile bağdaşmayacağı, örgütlenme hakkının engellenemeyeceği gibi zorla da kullandırılamayacağı gerekçeleri muhakkak ileri sürülecektir. Oysa hukuk da uzlaşmaz emek-sermaye çelişkisinin şekil verdiği bir mücadele alanıdır ve gelişip değişmektedir. Bu gelişimin hangi kesimin lehine olacağını da mücadelenin seyri belirleyecektir. Yakın tarihte insan haklarından dahi bahsedilemezken, tarihsel süreçte bazı temel haklar hukuk aleminde vazgeçilmez olarak kabul edilmiştir. Zorunlu sendikalaşmanın, özgürlüğü sınırlayıcı olmadığı, bilakis özgürleşmeyi sağladığını savunuyoruz. Tıpkı zorunlu asgari ücret, sigorta yatırımı ve hatta emniyet kemeri takma zorunluluğu gibi... Sendika, çalışanın emniyet kemeridir!
Şüphesiz; bu yasa talebi etrafında şekillenecek mücadele, emek hareketin sorunlarını kesin olarak çözer deyemeyiz.. Fakat egemenlerin lehine bir şekilde hiç konuşulmayan problemlerin tartışılmasına yönelik bir zemin yaratacaktır. “10 Kişiden Fazla Çalışanı Olan Patron ve Hisse Sahiplerinin Sendikasız Emekçi Çalıştırması Yasaklansın” talebi şu sıralar çokça dillendirilen bir ifade olarak, geniş emekçi kitlelerin sahiplenebileceği kadar ılımlı, egemenleri ise rahatsız edecek kadar radikal bir taleptir. Ve şüphesiz bir başlangıçtır…