Simge Çerkezoğlu
İnsan bu adamı dinledikçe dinlesin, dinledikçe dinlesin istiyor… Sesinden hiç bıkmıyor. İnsanda farklı duygular uyandırıyor. “Melankolik ama yalnızım ve mutluyum” diyebilecek kadar da gerçekçi… Bir o kadar da mütevazi, çok dinleniyor, seviliyor ve sahipleniliyor. Yine de “saman alevi gibi parlamak istemiyorum” diyor oysa o gözüme çoktan parlamış görünüyor. Can Göksun, Can Gox olma mücadelesini bizimle paylaşıyor.
Kimlikteki isminiz Can Göksun ama siz sahnede “Can Gox” ismini kullanıyorsunuz. Bu durum biraz “bir ben var benden içeri” gibi mi?
Doğru bu, çok iyi bir saptama oldu. Hayatımda iki tane karakterim oldu. Bundan önce bir iş hayatım vardı ancak müzikten kopamıyordum. Bir taraftan çalışıyorum diğer taraftan müzikle ilgileniyorum. Tabii Göksun benin doğduğum andan itibaren sahip olduğum bana verilmiş bir ad. Gox ise Göksun’nun kısaltması, sahnede kullandığım ad. Geceleri işten kopup kendimi yaşamaya başlayınca alternatif ve süper kahraman olarak Gox kendiliğinden oluştu. Sonuçta Gox’la uzun süre müzik yaptım, Göksun’la da uzun süre çalıştım. İki karakteri beraber yürüttüm ama bir süre sonra ağırlık müziğe döndü. Böylece hayatımda seçim yaptım. Elbette soyumu geçmişimi inkar etmedim ama hayat bunu gerektirdi. Seçimim sonucunda da Gox’la ilerlemem gerektiğine inandım.
HOLDİNG MÜDÜRLÜĞÜNDEN MÜZİĞE
Sanıyorum artık hayatınızı müzikle kazanıyorsunuz?
Evet, işimi tamamen bıraktım. Aslında normal bir kişiyi mutlu edebilecek refah içerisinde yaşatacak bir işim vardı. Holdingde müdürdüm. İki sene içinde de direktör olacaktım ama sanat ve müzik böyle bir şey. İnsanın içinde olduğu sürece, onunla yaşadığınız sürece bırakamıyorsunuz. Üstelik yeteneğime de inanıyorum. Sanatçı ruhlu insanlar bunu çok iyi bilir. O yetenekle yaşamak zordur. Ben de ileride keşke dememek için, cesaretle iç sesimi dinledim. İç sesim de bana Gox oradan çıktı artık dedi. Bir delilik yap dedi. Ben de yaptım. 38 yaşındayım ve bundan sonra hayatımda sadece müzik var.
16 yaşından bu yana müzikle ilgileniyorsunuz, eğitiminiz de müzik. Sizin için jazz müzisyeni diyen de var blues yapıyor diyen de. Esas olarak siz kendi tarzınızı nasıl ifade ediyorsunuz?
Doğruyu söylemek gerekirse içimden ne geliyorsa onu yapıyorum. Bazen bana neden İngilizce söylüyorsun diyenler de oluyor. Oysa müzik evrensel bir şeydir. Dili, dini ve ırkı yoktur. Seçtiğim şarkılarda da ter var, emek var. Hepsi belirli misyon üstlenmiş şarkılar. Bir şeyler anlatan şarkılar İngilizce ya da Türkçe fark etmiyor. Sonuçta hepsi bir mesaj vermeye çalışıyor. Emek de çok ön planda. Şarkı söylemenin coğrafyası yok benim için. Elimden geldiğince gönlüm yettiğince bütün şarkılara yetişiyorum. Elbette bu aynı anda her tarzı söylerim gibi bir karmaşa değil anlatmak istediğim. Benim duruşuma en yakın şarkıları seçmeye özen gösteriyorum. Bir de tabii özünü bozmuyorum. Sahibine, bestecisine, güftecisine saygıyla şarkıyı esnetmeden gönlümce söylüyorum. Ben ortaya bırakıyorum birileri sahipleniyor. Ben bunu yaptım diye de ortaya çıkmam. İnternette yayınlarım ya da birileri dinler, ister, o şekilde gelişir.
“NİŞANTAŞI ADAMI DEĞİLİM”
Baktığımızda popüler işlerde yer alıyorsunuz ama bir anlamda da kendinizi geri planda tutuyorsunuz. Bunu özellikle mi yapıyorsunuz?
Ben Nişantaşı ve Cihangir adamı değilim. Oralarda dolaşamıyorum. Sıkılıyorum. Bana göre değil. Benim vakti geçirdiğim, yaşadığım yer Kadıköy. Arkadaşlarım, dostlarım var. Orada daha rahatım. Bu da küçük bir kasabada yaşıyormuşum hissi uyandırıyor. Çok da açılmayı sevmiyorum zaten. Gazetelerde de fotoğrafımı görmekten hoşlanmıyorum. Benim yaptığım müzikte emek var. Yirmi yılın verdiği tecrübe var. Sürekli bununla ayakta kalıyorum. Bir şarkıyla patlamak istemiyorum. Saman alevi gibi bir anda parlamak ondan sonra da başka şarkılar arayışına girmiyorum. Yavaş yavaş, yaygınlaşmak, bilinmek istiyorum. Son yıllarda her yerde konserler veriyorum. Türkiye’nin tamamına gidiyorum. Kıbrıs’a geldim. Kendimi geri planda tutuyorum ama beni seven çok dürüst ve naif bir kitle var. Onlarla iletişimim de çok keyifli. Yazışıyoruz ve bazıları ile görüşüyoruz. Onlar benim dinleyicilerim değil dostlarım. Ben gittiğim yerlerde müşteri ya da dinleyici kazanmaya değil dost kazanmaya çalışıyorum. Benim müziğimin ve duruşumun özü bu. Yerimi yavaş yavaş sağlamlaştıracağım ve kalabalığımız yavaş yavaş artacak. Bir anda beş bin kişilik, on bin kişilik sahnelere çıkmak istemiyorum. Önümüzdeki zamanlarda elbette olabilir ama bu kitle tamamen benim müziğimi sevenlerden oluşur. İşte ben de o zaman çok mutlu olurum. Bir anda herkesi bir araya getirmek çok basit. Onlarla yaşamak da bir o kadar zor. Onu da istemiyorum. O yüzden yavaş yavaş diyorum. Nasıl olsa sesim yerinde ve hala gencim.
Albümünüz Yalnızım Ben’den de bahsedelim isterseniz…
Albümümüz tam Gezi olaylarına dek geldi. Albüm çıktı, konserlerimizi düzenledik ve Gezi patladı. Tabii o dönemde İstanbul’da hayat durdu. Elbette biz de sokağa çıktık. Müziği düşünmedik. Türkiye’de nerede eylem varsa oraya gittik. Üç ay dolaştık. Ancak beş aylık durgunluk albümün lansmanını tekrar yapmamıza neden oldu. Oysa çok içime sinen bir albüm olmuştu. Derken de bu güne kadar geldik. Şimdi yeni albüm çalışmamız var. Sürprizler var. Kışa yeni albümün çıkmış olacak.
İKİ ELMA
“Yalnızım ben, yanlışım ben, nedendir bilmem hep yanmışım ben” harika bu sözler, çok seviyorum hepimiz biraz yalnızız çünkü… Sözleri siz yazdınız, kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
Benim yalnızlığım şöyle, biz teklikten, birlikten bahsediyoruz. Aklım hep yazar Zizek’e gidiyor burada. Çok sevdiğim bir yazardır. Görüşü ile de çok örtüşen düşüncelerim var. Hayatta bir olmak istemek bireye yapılan en büyük bencilliktir. Siz iki kişiden bir yaratmaya çalışırsanız o mutlaka sonlanacaktır. Ya birisi ölecek ya da bir şekilde mutlaka ayrılık yaşanacaktır. Bir yaratmak mümkün değil, yalnız geldin yalnız gideceksin. Bir elmanın iki yarısı olalım gibi bir şey mümkün değil. Ortada iki elma var. Önemli olan ortak noktalarda buluşmak ve iki ayrı birey olabilmektir. Bu noktada her bireyin kendi yaşantısının olması gerektiğini düşünmekteyim. Herkesin yalnızlığı kendine aittir ve bu yalnızlık da bireyin en büyük özgürlüğüdür. Bu özgürlüğün de kısıtlanmaması gerekir. Oysa hayat ve ilişkiler bize yalnızlığımızı bile yaşatmıyor. Bu çok zor bir durum. Her zaman yalnız ve bir olmaktan yana olduğum için bir geldim, bir gideceğim. İnsanlığın da en büyük özü budur. Hayatta ölümden başka bir gerçek yoktur. Hayatınızı bu gerçeklik üzerine kurduğunuz zaman her şey daha rahat olmaya ve ilerlemeye başlıyor. Herkes her şeyin bilincinde olarak, kimse birbirinin hayatına müdahale etmeden yaşıyor. Herkes hayatını bir şeye kaptırmış gidiyor. Kimisi kariyer, kimisi aile, kimisi çocuklar… Kendimizi ve yalnızlığımızı unutmuş durumdayız oysa bunu yapmamalıyız. Ben böyle yaşıyorum ve çok mutluyum.
“EVLİLİĞE İNANMIYORUM”
Bu durumda evli değilsiniz herhalde?
Tabii ki evli değilim ve evliliğe inanmıyorum.
Kaybedenler Kulübü en önemli ve benim de en çok sevdiğim çalışmalarınızdan biri. Projeye nasıl dâhil oldunuz ve bu çalışmayı hayatınız için dönüm noktası olarak görüyor musunuz?
Kaybedenler Kulübü sadece benim için değil, Türkiye için bir dönüm noktası. Bizim içerisinde var olup olmamamız önemli değil. Ben zaten o ailenin içindeydim. Hala Kaan ve Mete ile de görüşüyoruz. Aileyiz. Filmin çekilmesi bizi daha da yaklaştırdı. Oturup da film için işbölümü yaptığımızda müzikten sorumlu bendim. Senaryo Mehmet Ada Öztekin ve Tolga Örnek tarafından yapıldı. Filimi de Tolga çekti. Ortaya böyle bir film çıktı. Bunun içinde var olmak her zaman gurur duyacağım bir çalışma. Evlilik harici, bir çocuğum olursa güzel anı olacak, ona bırakılacak. Türk sineması için de proje kırılma noktası oldu. Böylece soundtrackın filmler için ne kadar önemli olduğu anlaşıldı. Bugüne kadar üç milyon tık alan bir film şarkısı olmamıştı. My Woman çok sevildi. Sanırım bir de Eşkıya’da o denli etki yaratmıştı. Eşkıya’da zaten CD zamanı. İnternet de yok. Bizden sonra da Halil Sezai geldi ardından Aşk Tesadüfleri Sever. Ne kadar güzel projeler çıktı. Müzisyenler için de çok iyi oldu. Diziler için de artık müzikler yapılmaya başlandı. Kuzey Güney’de Haydar, Şubat’da Dal Gonca, İtirazım var yine aynı isimli diziye verildi. Hepsi bizim yaptığımız işlerdi.
“KORSANA KARŞI DEĞİLİM”
Türkiye’de müzik endüstrisi zor günler geçiriyor. Albümler az satıyor. Artık CD’lerin olmadığı zamanlara doğru mu gideceğiz?
Hayır, albümler CD’ler bitmez. Koleksiyoncular almaya devam edecek. Daha önce plak alımı da biter demişlerdi. Oysa son okuduğum habere göre dünyada plak üretimi yüzde kırk attı. Her yıl on milyona yakın plak üretimi yapılıyor. Zaten retro hayatlar yaşıyoruz. Zaman zaten döngü gibi, yuvarlak olduğu için mutlaka bir yerlere gidip, geçmişi kontrol edip geri dönmek kaçınılmaz olacak. O yüzden CD bitmez. Plak bitmez. Yine orijinal CD almayı seven insanlar olacaktır. Onlar kütüphanede kitap saklar gibi CD’lerini saklar. Onları dinler, mutlu olur. Eskiden de kasetlerimiz vardı bu şekilde. Hala da plaklarım var. Ben CD’ye çok ısınmadım. Kaset ve plak beni daha çok doyuruyor. Analog kafadayım galiba. İnternete de karşı değilim. Benim evde albümüm kalmadı. Kendi albümümü internetten indirdim. Korsana çok da karşı değilim. Herkesin CD alacak parası yoksa indirsin, dinlesin ne yapalım. Artık iTunes var. Çok ucuza şarkılar indirilebiliyor. Yine de özellikle öğrencileri anlıyorum. Ben de çok zor şartlarda okudum. Onları anlıyorum. Konsere girmek, CD almak kolay değil. O yüzden üniversitelere de, söyleşilere de her zaman koşa koşa gidiyorum.