“Bir ülkede ceset görüntüleri havada uçuşuyor ve siz bu görüntülerle karşılaştığınızda kesin ve net biçimde “Hayır! Bu ülkede böyle bir şey olmaz” diyemiyor, “araştırmak zorunda kalıyorsanız” zaten o ülkenin çivisi çıkmış demektir. “
Cizre’den Silopi’ye, Nusaybin’den Sur’a Türkiye’nin güneydoğusu ateş altındayken, medyanın “kontrollü sessizliğine” karşı sosyal ağlardan adeta yağan dehşet görüntüleri ve “ses ver!” çığlıkları ülkeyle derdi olan insanlarda ne uyku bıraktı ne huzur.
Temmuz’dan bu yana en çok duyduğumuz şey “Ses Ver!”… Günler, haftalar süren sokağa çıkma yasakları, kurşun yağmuru altında nefes almaya çalışan insanlar, yıkılmış, delik deşik olmuş binalar ve en çok da yürek paralayan gencecik, hatta çocuk yaşta insanların orada burada vurulmuş bedenleri. Sosyal ağlara düşen her görüntünün ardından bitmek bilmeyen tartışmalar:
“Vicdansızlar!”
“Hadi oradan, bu görüntüler Suriye’den!”
“Yalancılar!”
Öyle bir dezenformasyon var ki, artık önünüze düşen bir dehşet fotoğrafının menşeini öncelikle bir otopsici soğukkanlılığıyla araştırmak, içiniz burkula burkula bakmakta zorlandığınız fotoğrafın gerçek kaynağına ulaşmaya çalışmak zorundasınız.
Bir ülkede ceset görüntüleri havada uçuşuyor ve siz bu görüntülerle karşılaştığınızda kesin ve net biçimde “Hayır! Bu ülkede böyle bir şey olmaz” diyemiyor, “araştırmak zorunda kalıyorsanız” zaten o ülkenin çivisi çıkmış demektir.
Her şeyin “olabileceği” bir ülke yarattık günün sonunda. El kadar çocukların vurulabildiği, gencecik adamların cesetlerinin kent meydanlarında sürüklenebildiği, cenazelerin günler değil, haftalar değil, aylar boyunca bekletildikten sonra ailelerine teslim edildiği, “her şeyin mümkün olabileceği” bir ülke…
Ateş altındaki Kürt illerinden ulaşabildiğimiz insanlarla konuşmaya, ne olup bittiğini ve ne yapılabileceğini anlamaya çalışıyoruz çaresizce. Sosyal ağlar üzerinden Diyarbakır’dan, Mardin’den, Hakkari’den yazanlara, bölgedeki haber kaynaklarına işin aslını soruyoruz. Devletin bütün gücüyle bölgeye abandığı, güvenlik güçlerinin çoğu kez, 90’lara rahmet okutacak bir şiddet uyguladığı anlaşılıyor. Bölgedeki güvenlik mensuplarının yine sosyal ağlar üzerinden paylaştıkları mesaj ve videolardan anlaşılan o ki, kendisini ülkücü-bozkurt olarak niteleyen bazı emniyet güçleri, kendi ifadeleriyle “temizlik” yapıyorlar. Bu “temizlik” söylemi AKP destekçileri arasında çok ciddi destek buluyor ve sosyal ağlardan saçılan “Sessiz olun! Devletimiz temizlik yapıyor” ifadeleri kan donduruyor.
Diğer yanda, “Serhîldan” çağrılarıyla bezeli, bir isyan ve ayaklanma söylemi. Akan mesajlara bakarsanız “Kürdistan kuruldu kurulacak”. Yaygın ifadeyle “öz savunma güçleri” (gerilla) , Kürt kentlerinde destansı bir mücadele veriyor…
Bütün bu propaganda savaşının içinde, geceyi bölen, insanı en fazla abandone eden çığlıklar: “Ses Ver!”…
Ses verelim tamam… Ama neye?...
Sur’dan Nusaybin’e, Cizre’den Silopi’ye insan hakları ihlallerine ses vermekse eğer, evet! Ses verilmeli! Hem de öyle böyle değil, insan olan herkes yeri göğü inletmeli. Çocukların, kadınların, sokaktaki yaşlıların katledilmesine ses verilmeli. Ama’sız, fakat’sız, hiçbir “gerekçeye sığınmadan” ses verilmeli…
Ne olacak peki bu ses? İsteyeceğimiz şey ne?
Şiddetin durması! Derhal, koşulsuz biçimde şiddetin durması! İşte orada yeni bir tartışmanın ortasında buluyorsunuz kendinizi:
Devlet ve devletin yanında saf tutanlar, “ben teröristle mücadele ediyorum. Öncelikle terör örgütü silahı bıraksın, terör eylemlerine son versin, kamu düzeni sağlansın. Teröristle pazarlık olmaz!” diyor…
Buna karşılık “Devlet saldırıyor, halk kendi öz savunmasını yapıyor, devletin saldırıları son bulmadıkça özsavunmadan vazgeçemeyiz” diyor bir kesim.
Siz “iki tarafa da” şiddete derhal son vermesi çağrısını yaptığınızda, iki taraf da “ne iki tarafı!” diyerek lafı ağzınıza tıkıyor… İki taraf da, bu korkunç şiddette “iki tarafın” olmadığını haykırıyor kızgınlıkla.
“Ses ver!” çığlıkları kulağınızda, bu şiddet sarmalında “iki tarafın olmadığını” söyleyen “iki tarafa” derhal şiddete son verin çağrısı yapmaya çalışıyorsunuz… Çünkü insanlar ölüyor. Çünkü en çok çocuklar, gençler, kadınlar, evinde, sokağında yoksul hayatlarını sürdürmeye çalışan siviller ölüyor… Binlerce insan bu şiddet sarmalından kaçıp kurtulmak üzere yollara düşüyor yeniden. 80’lerde, 90’larda devlet zoruyla göç ettirilen insanlar, bu kez can havliyle yollara dökülüyorlar.
“Burada can pazarı var!” sözleriyle bitiyor Kürt illerinde yaşayanlarla yaptığımız tüm konuşmalar. Orada bir can pazarı var ve bizim, Türkiye’nin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine herkesin ses vermesi lazım. Ses verelim tamam, ne diyelim peki?
Silahları derhal susturun!
Önce o susturacak!
Ama insanlar ölüyor! Ama çocuklar ölüyor!...
Devletin ne istediğini biliyoruz. 1 Kasım’dan, 7 Haziran’dan önce de biliyorduk… 90’larda, 80’lerde de biliyorduk…
Kürt Hareketinin ne istediğini, Kürtlerin ne istediğini biliyor muyuz peki?
Günlerdir kime sorduysam “Şu an bir can pazarındayız, bu konuyu konuşmanın zamanı değil” yanıtlarını alıyorum.
Peki bu can pazarı nasıl bitecek? Peki bu şiddet nasıl son bulacak?
Devlet, 100 yıllık refleksine geri dönüp, Kürtlerle konuşmayı değil savaşmayı, insan hakları ihlallerini seçerse bu şiddet nasıl son bulacak?
Kürt Hareketi yeniden “devrimci halk savaşı” konseptine geri dönüp savaşı şehirlere taşımayı seçerse bu şiddet nasıl son bulacak?
Kürt demokratik siyaseti, bütün bu hengame içerisinde çatışma noktalarından çatışma noktalarına koşuşturmaya mahkum edilirse, barışa ve silahların susmasına dair her cümlesi “iki tarafın” öfkeli çıkışlarıyla boğulursa bu şiddet nasıl son bulacak?
En şiddetli AKP/Erdoğan karşıtları bile Kürtler söz konusu olduğunda “koşulsuz” biçimde devletin yanında saf tutar, en “ılımlı” Kürtler bile bu korkunç şiddet karşısında “artık söz bitti” noktasına savrulursa bu şiddet nasıl son bulacak?
Ne istiyoruz biz?
Tüm etnik kimliklerin, eşit ve özgür biçimde kendini var edebildiği demokratik bir ülkede bir arada yaşamayı mı? Yoksa savaşarak, kan dökerek ayrılmayı mı?
Üniterizmi de, federalizmi de, hatta ayrılma hakkını bile konuşabilmemiz için öncelikle silahların susması, şiddetin son bulması ve kimsenin hoşuna gitmese de, tarafların artık pozisyonlarını netleştirmesi gerekmiyor mu artık?
Ben günlerdir Kürtlerin ne istediğini anlamaya çalışıyorum…
Ayrılma hakkını savunmak da dahil olmak üzere ses vereyim… Tamam… Ama artık kimin ne istediğini, açık ve net olarak bilmek, duymak istiyorum…
Devlet ve devletin yanında saf tutanlar, Kürtler başta olmak üzere bu coğrafyada yaşayan tüm etnik kimliklerin anayasal güvence altına alınmış eşitlik ve özgürlük temelinde bir arada yaşamasını istiyor mu? Artık bunun yanıtını vermeliler. Öyle “bu ülkede herkes eşit” safsatasıyla değil ama… Tüm etnik kimliklerin eşitliğini, hak ve özgürlüklerini ayasal güvence altına alarak…
Kürt Hareketi yanında saf tutanlar, anayasal güvence altına alınmış demokratik bir ülkede, ama üniter, ama federal, “bir arada” yaşamaktan yana mı? Yoksa artık kopuşma tamamlandı ve kararlı biçimde bir “ayrılma” talepleri mi var?
Bütün bunları konuşabilmemiz gerekiyor artık…
Şu an verebileceğim tek ses: Şiddete son verin! İkiniz de! Derhal! Koşulsuz! Amasız!...
Sonra oturup konuşalım… Silahlar konuşurken, talepler konuşulamıyor, anlaşılamıyor çünkü…